3 Aralık 2008 Çarşamba

rüzgarın oğlu

Bir süredir aklımda pireli şarkıya dair bir şeyler yazmak vardı ama vazgeçtim…..Nemli ve güneşsiz bir Adana sabahında işe giderken biraz keyifsiz biraz da ne istediğini bilmeyen kişi refleksiyle bir süredir devam eden alışkanlığımın aksine seçkiler albümünün 17. değil 4.parçasını dinlemek istedim: İspanyol Meyhanesi…Namık Kemal Mahallesinin dar sokaklarından bir sola bir sağa kıvrılıp hedef noktaya ulaşma çabalarımı şarkıyı bitirme ve mümkünse bir kere daha dinleme arzumun eşliğinde epeyce uzattım….Sonuçta yazılanlar iğneli veya ölümlü halleriyle mutlaka Timur Selçuk’tan bahsetmeyi gerektirecekti…O yüzden başlangıçtaki vazgeçtim beyanımın çok önemi yok…Kezduren konseptine aykırı olabilir ama Timur Selçukun şu tarihte doğduğu veya bu tarihte şu albümü yaptığıyla çok haşır neşir olamayacağım….Çok lazımsa 60’ını geçmiştir diyelim ve konu kapansın…Münir Nurettinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir ve bu gerçek aslında birçok gerçeğin ebeveynliğini yapacak güçtedir…Münir Nurettinden söz etmek öyle kolay bir şey değil, kendisine dair bir şey yazmaktan korkarım, o yüzden Timur Selçuk’tan babasıyla ilgili bir alıntı yapmak en doğrusu: “Münir bey, Osmanlı' nın süzülmüş soylu birikimiyle, Cumhuriyetin devrimci coşkusunu birleştirmeyi başarmış bir sanatçıdır. Ses olarak, Yaradan' nın yüzbinlerce kuluna verebileceği zenginlik kendisine armağan edilmiş: ses genişliği, ses rengi, ses gücü ve nefes. Bunlara, Osmanlı' nın son ustalarından devir alınan, Türk Musıkisi "Ahlakı" eklenmiş, meşk edilen eser birikimi ve üslûp olarak. Bununla yetinilmemiş, Mustafa Kemal' in devrimci dürtüsüyle, batı lirik sanatının yöntem ve incelikleri Paris' te geçirdiği yıllarda edinilmiş. Yani, Allah vergisi, artı doğru yöntemlerle çalışma, doğu-batı özümsenmesi ve en önemlisi, bütün bunların kime, neye hizmet edeceğine karar verdiren AHLÂK. Son yıllarında konuştuğumuzda, bana, Paris operasından kontrat teklifi aldığını söylemişti. Ben hayretle, neden böyle bir teklifi kabul etmediğini sormuştum. O dönem insanlarının vakur duruşuyla bana, -O zaman kim Münir Nurettin olacaktı- demişti.”

İşte müzik adamı olmak böyle bir şey…Sahip olmak ve soylu bir biçimde sahip çıkmak, adam gibi…Etkilenmemek ne mümkün? Neyse biz Oğul Selçukla ilgili üç beş düşüncemizi ana fikir stilinde yazalım ve eyvallah diyelim, zira bu konuda ilim sahibi değiliz yazacaklarımız da doğrulardan çok kalbi yansımamızdan ve uzun zamandır dinlememiş olanlar varsa onlara “hadi, yine yeni yeniden Timur Selçuk” hatırlatması yapmamızdan ibarettir.



Timur Selçuk’un nereden baksak yarım asırlık bir müzik geçmişi var…Sığdıramadığı şey yok gibi küçük gövdesine…Bestelemiş, çalmış, söylemiş diğer müzisyenlerden farklı olarak tiyatro ve oyun müzikleri yapmış üzerine filmleri eklemiş, bu kanallardan çok beslenmiş….Her bir sanat dalını duyumsamış gereğince notalarla onlara eşlik etmiş… Müzikte yeniliklerin peşine düşmüş ve bizzat uygulamaktan hiç çekinmemiş..Bedeninin her hücresi bir orkestra edasıyla müzikle uğraşmış…Şarkı söyleyen ama söylemeyi beceremeyen kişileri sevememiş…Müziği ticaret olarak görmemiş, görenleri ciddiye alamamış…Müzik için mücadele veren bir komutan edasıyla sık sık iddialı kelam etmiş ve kan emicilerin,yeteneks izlik tacirlerinin un kapanı kabusu olmuş…Birlik olalım, özümüze dönelim, iyi vatandaş olalım, kültürel mirasımıza sahip çıkalım derken satır aralarında hep anti amerikancılık gütmüş…İşin bu kısmını belki de yeterince yüksek sesle dile getirmemiş ama bilen bilmiş duyan duymuş (bu noktada kendine has Müslümanlığı ve iman gücüne duyduğu bağlılığı kavrayabildiğimi söyleyemeyeceğim, bazı çıkmazları bu tanımlarının etkisinde filizlenmiş olabilir, kim bilir)…Hık demiş babasının burnundan düşmüş tavırlarına her geçen gün daha çok yakınlaşmış, yakınlaştıkça büyük harflerle yerine yerleşmiş… Anlamayı yargılamaya ve mahkum etmeye tercih etmiş….Nazımı, Atilla İlhan’ı, Ümit Yaşarı vs içine çekmiş ama sindirmeden bırakmamış, üzerlerine bir şey koymadan yenileştirmemiş…Cesaret etmiş, cesaret vermiş…İyi ki yazmış…İyi ki söylemiş…



Bence içimize iz bırakanlardan en bıçkını…Doğruyu söyleyip köyden kovulanlardan en yaramazı….Bu kadar hareketliliği ve sert üslubu tarifsiz bir asaletle taşımak zannımca herkesin harcı değil…Konu belki yerine tam oturmadı ama ben noktamı koyup eve giderken onu dinleyeceğim, hayatı anlamak için…Kömür dumanıyla tütsülenmiş akşama daha yaşayarak devam edebilmek için….Çığlık çığlığa şarkılara eşlik edip kadehimi daima kendisinin sağlığına kaldırmak suretiyle pek tabii….Bugün, yarın ve daima kıymetinin bilinmesi umuduyla.... .

İrem

YILDIZLARIN YAŞAMI

Evrenin temel unsuru olan yıldızlar, gerek bizzat kendisinin korkunç bir enerji kaynağı olması, gerekse her biri ayrı birer külliyat olan evrimsel aşamaları nedeniyle tüm gökcisimlerinin en ilgiye değeridir. Bir yıldızın nasıl doğduğunu, çeşitli aşamalardan geçip “yıldız” sıfatını hak ettikten sonraki evrimini, bu arada üzerine asıllı asılsız çok sayıda spekülatif kurgular yapılan, tarihin en bilinmeyeni kara deliklerin nasıl oluştuğunu yazacağım.

Yıldızlar da birer ömre sahiptir. Tarihin bir yerinde doğar, evrilir ve ölürler. Yaklaşık 300 milyar yıldız barındıran galaksimiz Samanyolu’nun orta boylu bir yıldızıdır Güneş. Ne zaman doğmuştur, bizlere ve bir çok başka yere ulaşan enerjisi nerden gelir ve nasıl ölecektir? Güneşten daha farklı yıldızların ömrü nasıl geçer?

Galaksinin uçsuz bucaksız boşluklarından birinde devasa bir toz ve gaz bulutu sürüklenir. Bu bulut, çoğu hidrojen ve helyumdan oluşan bol miktarda madde içerir. Doğum süreci başlamak üzeredir. Mutlak sıfırın sadece 100 derece üzerinde (-173 santigrat) olan bu bulutta atomlar çok yavaş hareket eder. Hemen hemen hiç çarpışmazlar. Ta ki bu sürüklenişin, galaksinin sarmal kollarının birinin içinden geçerken yarattığı şok dalgalarının sıkıştırma anına dek. Sıkışan bulutun içinde çekim kuvvetinin yarattığı kümelenmeler oluşur. Sıkıştırma (basınç) kümelerin çökmesine neden olur ve kümeler kendi çekim etkilerinin altında kalarak gittikçe küçülürler. Bu arada sıcaklık da artmıştır. Artan sıcaklıkla birlikte kümeler yavaş yavaş ışımaya başlamış ve birer yıldız taslağı haline gelmiştir. Kümelerden büyükçe olanları daha sonra yıldız olmayı hak edecektir.

Yıldız taslağı büyümeyi ve sıcaklığını artırmayı sürdürür. Yıldız taslağının merkezindeki sıcaklık 10 milyon dereceye ulaştığında hidrojen yanması başlar. Hidrojen atomlarının çekirdekleri öyle büyük hızlarla hareket ederler ki, çarpışarak birbirleri ile kaynaşırlar. Bu termonükleer reaksiyon sonucunda yıldız taslağındaki hidrojen atomları helyuma dönüşmeye başlar. Açığa çıkan enerji sayesinde yıldız taslağı kendi ağırlığını taşıyabilir hale gelmişlerdir. Büzülme durur. Yeni bir yıldız doğmuştur.

Güneşten bize ulaşan enerjinin kaynağı işte bu hidrojenin helyuma dönüşme sürecidir. Güneşimizin merkezinde (çekirdeğinde) her saniye 600 milyon ton hidrojen helyuma dönüşmektedir. Bu hız korkutucu gelebilir ama 5 milyar yıl önce doğduğu düşünülen Güneşin, yakıtını bitirmesi için bir 5 milyar yıla daha ihtiyaç vardır.

Hidrojenin helyuma dönüştüğü termonükleer tepkime, yıldızın merkezindeki helyum miktarını artırırken hidrojeni azaltmaktadır. Yıldızın merkezindeki hidrojen bittiğinde, kendi ağırlığını taşıyamayan çekirdek çökmeye başlar. Bu çökme çekirdeği sıkıştırır ve sıcaklık daha da artar. Sıcaklık o denli artmıştır ki, bu sefer çekirdeğin çevresindeki katmanlarda, yani yıldızın yüzeyine daha yakın tabakalarda hidrojen yanması başlar. Yıldız, kendine yeni bir yakıt bulmuştur ama bu arada yavaş yavaş da genişlemeye başlamıştır. Çekirdekteki sıcaklık 100 milyon dereceye ulaştığında bu kez helyum yanması başlar. Yıldızın, ömründe ilk kez karşılaştığı bu olayın ürünü karbon ve oksijendir. Helyum yanması ile yıldız yeni bir enerji kaynağı bulmuştur ve çökme durur. Bu arada genişleme öyle boyutlara ulaşmıştır ki, hacim olağanüstü artmıştır. Genişleme sonucunda yüzeydeki yoğunluğun azalması, normalde 6000 derece olan yüzey sıcaklığını 3000 dereceye düşürür. Bu sıcaklıkta ise yüzey gazları beyaz bir ışıkla değil, kırmızı bir ışıkla parıldayacaktı r. Yıldız, bir KIRMIZI DEV olmuştur.

5 milyar yıl sonra Güneş bu evreye geldiğinde Merkür, Güneş tarafından yutulan ilk gezegen olacak. Daha sonra Venüs buharlaşacak. Dünyamız ise hala katı olarak kalmayı başarmış olsa dahi, Güneşin kırmızı atmosferinin içinde kalacaktır.

Kırmızı dev evresinden birkaç milyar yıl sonra, tahmin edileceği gibi merkezdeki helyum da tükenecektir. Helyum yanması durduğu an, çekirdek bir kez daha çökmeye başlar. Sıcaklık öncekinden de yüksek değerlere ulaşır. Sonuçta karbon ve oksijence zengin olan çekirdeğin çevresinde bu sefer helyum yanmaya başlar. Güneş tipi orta boy yıldızların kütleleri, merkezde oksijen ve karbonu termonükleer reaksiyona sokacak kadar büyük değildir. Yıldız bu yapısını sürdüremez ve yıldızın içi hafifçe soğur. Soğuyan yıldız büzülür. Büzülme, basıncı tekrar artırır ve sıcaklık artar. Yıldız tekrar genişler. Bu genişleyip büzülmelerin her biri binlerce yıl sürer ve gittikçe hızlanan bu nabız atışları sonucunda yıldızın dış katmanları, yanmış çekirdeği terk ederek uzaya yayılır. Geride kalan yıldız kalıntısının sıcaklığı 100.000 derecenin üzerindedir. Daha ileri termonükleer reaksiyonları başlatamayan yıldız, iyice büzülür. Neredeyse Dünya gibi bir gezegen boyutlarına iner. Yıldız, bir BEYAZ CÜCE olmuştur. İşte Güneşimizin ölümü böyle olacaktır.

Evrende, bizimkinden çok farklı yıldız sistemleri vardır ve bunlar çoğunluktadır. Güneş gibi tek değil, iki hatta üç yıldızı barındıran sistemler çok sayıdadır. Birinin beyaz cüce, diğerinin kırmızı dev olduğu bir sistemde, kırmızı devin yüzeyindeki hidrojen atomları beyaz cücenin üzerine düşer. Bu ağırlık sıcaklığı ve basıncı yükseltir. Hidrojen yanması başlar. Bu reaksiyon beyaz cücenin tüm yüzeyine yayıldığında, yıldız kalıntısının parlaklığı 10.000 katı artar. Beyaz cüce bir NOVA olmuştur.

Beyaz cüceler son derece yoğundur. Yıldızın derinliklerindeki atomlar o denli sıkışmışlardır ki, elektronlar atom çekirdeklerinden ayrılırlar. Sonuçta, elektron denizinde yüzen bol miktarda çekirdek ortaya çıkmıştır. Yıldız iyice küçülüp bir gezegen boyutuna indiğinde elektronlar birbirine son derece yakındır. Biraz daha sıkıştırma, aynı yerde iki elektronun bulunması anlamına gelir ki, bu da ‘yoz elektron basıncı’ tarafından önlenir. Yoz elektron basıncı, güneş kütlesinin 1,4 katına kadar olan yıldızların ağırlığını dengeleyebilir. Böyle bir ölü yıldızın parmak ucu büyüklüğündeki bir parçası 1000 tondur.

Evrende, kütlesi Güneş kütlesinin birkaç katı olan yıldızlar da vardır. Peki bu yıldızlar bu aşamadan sonra daha ileri aşamalar geçirirler mi? Güneş kütlesinin 1,4 katından daha büyük olan yıldızlara, beyaz cüce şeklinde ölü bir yıldız haline geldikten sonra ne oluyor?

Küçük kütleli yıldızlardan farklı olarak büyük kütleli yıldızlar öyle bir basınca yol açarlar ki, yıldızın merkez sıcaklığı 700 milyon dereceye kadar yükselir. Karbon yanmaya başlar. 1 milyar derecede ise oksijen ateşlenir. Bu reaksiyonun ürünü de silikondur. Basıncın artışı ölü yıldızın merkezindeki sıcaklığı 3 milyar dereceye yükselttiğinde ise silikon termonükleer reaksiyona girer. Bunun sonucunda ise demir ortaya çıkar. Yıldızın çekirdeğinde demirin birikmesi, ölü yıldızın korkunç ve görkemli yok oluşunun habercisidir. Birbirlerinden tümüyle ayrı olan elektronlar ve demir çekirdekleri, şiddetli basıncın etkisiyle birbirlerinin içlerine doğru itilirler. Çekirdekteki (+) yüklü protonlar, (-) yüklü elektronlarla birleşip nötron oluştururlar, nötronlar ise kendilerini meydana getiren elektron ve protonların toplamından daha az yer kaplarlar ve sonuçta yıldız şiddetle çöker. Çöken çekirdekten yayılan şok dalgası dışarıya doğru yayılırken yıldızın parlaklığı 100 milyon kat artar ve bir SÜPERNOVA patlaması meydana gelir. Bu patlamada ortaya çıkan enerji o denli güçlüdür ki, galaksimizin herhangi bir yerinde ortaya çıkan bir süpernova patlaması, dünyamızı gündüz gibi ışıtabilir. Eski uygarlıklara ait bir takım söylencelerde geçen, gece vakti gündüz gibi aydınlanma hikayeleri, astrofizikçiler tarafından süpernova patlamasına yorulmakta ve bu patlama hakkında yer tespiti bile yapılmaktadır.

Süpernova patlaması sonunda, büyük kütleli yıldızın nötron yönünden zengin çekirdeği, beyaz cücedeki gibi bir yıldız artığı oluşturur. Nasıl yoz elektron basıncı beyaz cücelerin daha fazla sıkışmasını önlüyorsa, yoz nötron basıncı da bu yıldız artığının daha fazla çökmesini önler. Yıldız artığı bir NÖTRON YILDIZI olmuştur. Nötron yıldızları beyaz cücelerden çok daha küçük ve çok daha yoğundur. Tipik bir nötron yıldızının çapı 30-35 km.dir. Yoğunluk ise o denli yüksektir ki, nötron yıldızının bir kaşığı 40 milyar tondur. Nötron yıldızının kendi etrafındaki olağanüstü hızlı dönüşü ise çok güçlü bir manyetik alan yaratır. Bu yüzden bunlara PULSAR (ATARCA) denilir.

Burada ek bir görüş iletmeyi gerekli görüyorum; varsayıma göre 15-20 milyar yıl önce evren ortaya çıktığında, yalnızca hidrojen ve peşi sıra helyum atomları oluştu. Ama çevremizdeki doğada daha ağır elementlerin de olduğunu görüyoruz. Bu elementlerin evrenin doğuşunda olmadıkları, güneş tipi küçük kütleli yıldızlarda da üretilmedikleri (güneş gibi bir yıldız en fazla karbon ve oksijen üretebilmektedir) bilim adamlarınca söylenmektedir. Peki bu elementler nasıl oluştu? Bilim adamlarının öngörüsü şudur: Evrenin oluşumundan itibaren düşünüldüğünde, Güneş 5 milyar yıllık ömrüyle ikinci veya üçüncü kuşak bir yıldızdır. Demek ki bundan önceki kuşak yıldızları şu anda bizim yaşadığımız uzay parçasında veya yakınlarda bir yerde bu elementleri ürettiler. Çünkü Güneşten 50-60 kat kütleli yıldızlar çok daha ileri termonükleer reaksiyonları başlatabilir, çok daha ağır elementleri üretebilirler. Fizikçilerin bu görüşlerine göre, vücudumuzdaki her atom, dokunduğumuz, soluduğumuz, tattığımız vs. atomlar milyarlarca yıl öncede kalmış bir yıldızın derinliklerinde yaratılmış olmalı.

Yoz elektron basıncı nasıl ki Güneşin 1,4 katından büyük kütleli yıldızların ağırlığını dengeleyemiyorsa, yoz nötron basıncı da Güneşten 2,5 kat daha kütleli olanların basıncını dengeleyemeyecektir . Bu yüzden tüm nötron yıldızları Güneşin 2,5 katından daha kütleli olamazlar. Bu durumda Güneş kütlesinin 2,5 kat daha büyüğü bir yıldız kalıntısına dönüşen yıldızın, bundan sonraki yaşamında ne olacaktır?

Şimdi, evrenin belki de en ilginç olayıyla karşı karşıya geldik. Doğada, bu büyüklükteki kütlelerin basıncını dengeleyebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Büyük yıldız kendisinin affetmeyen basıncı altında çöküşünü sürdürür. Korkunç basınç yıldızı küçülttükçe küçültür. Sonunda yıldız tek bir noktada hiçliğe kavuşur. Uzayın ve zamanın dokusunu eğerek, bilinen fizikteki varlığını yitirir. Yıldız, evrenden yitmiştir. Geride sadece bir KARA DELİK kalır. Yıldızı oluşturan parçacıklar, basıncı hiçbir şekilde dengeleyemediklerin den, elektronlar, protonlar ve nötronlar birbirlerinin içine girerler. Çöküş, yıldızın hacmini küçülttükçe yıldızın bulunduğu yerdeki uzay-zaman eğilir. Bunun anlamı şudur; kara deliğin üzerinde olduğunu varsaydığımız cesur bir astronotun saati, çöküş tamamlandığında durur. Cesur astronotumuz, o uzay parçasında zamanın sonuna gelmiştir. Yine o uzay parçası öyle eğilmiştir ki, olağanüstü çekim kuvveti ışığın bile kaçmasını önler. Kara delik ismi de buradan gelmiştir. Hiçbir şey ışıktan daha hızlı gidemediği için, kara delikten kurtulabilecek bir varlık yoktur. Kara delik, kendisiyle muhatap olmak isteyen her şeyi yutar. Peki ışığı bile yansıtmadığı için görülemeyen kara delikler nasıl gözlemlenirler? Kara deliklerin varlığını görerek ispatlamak mümkün değildir. Bu yüzden bu nesnelerin var oldukları yüzde yüz kesinlikle ileri sürülmüyor. Ancak etraflarında yarattıkları olağanüstü çekimin, çevredeki gökcisimlerinin hareketlerini düzensizleştirmelerin e bakılıp, kara deliklerin varlığı bu yolla gözlemlenmiş sayılmaktadır.

İşte bu aşamayla birlikte bu kronolojinin sonuna geldik. Bu aşamadan sonra ise, şu andaki fizik bilgilerinin ışığıyla söylenebilecek çok fazla şey yok, bu da destekli ve desteksiz atışın serbest olduğu anlamına geliyor…Şaka gibi bir hikaye değil mi?

1

27 Kasım 2008 Perşembe

Esnafname

Anadolu'da en iyi ne yapilir? Bir gurbet kusunun bu soruya yaniti: yemek! Insani, yemeye de pisirmeye de onem verir, zaman ayirir. Falanya'da en iyi kopru yapilir, Filanistan'da parfum. Yemegi gecistiren ulkelerde yemek alternatifleri meslege, kulture, tarihe gecmis. Alman milli takiminin meshur kalecisi Meier (mandiraci) ismini tasirken golcu Muller atasinin degirmenci oldugunu bilir elbet ama onemser mi? Ne terzi Schneider'i eksik kalmis, ne dülger Zimmermann'i. Ama bizde de oyle. Bugune bakinca insanin inanasi gelmiyor ama Osmanli'da esnaflik epeyce detayli ve ehemmiyetli bir kurum olarak kok salmis. Inanmazsan Evliya Celebi'ye kulak vereceksin.

57 meslek grubunda 1100 loncaya sahidim, diyor. Lonca sistemi dini boyutu da olan, Ahilik (arapca birader) duzeninin bir uzantisi. Her loncanin (en az) bir amblemi var. Loncalar uyelerin tum hayati gibi bir sey. Mesela suc isledin mi lonca elinden gelirse hapse girmeni engelliyor, sorunu kendi icinde falakayla cozuyor. Hiyerarsi: Yamak, cirak, kalfa, usta, ustad.

Ustalik sinavini gecen, beline pestamal sarilip gedik (lisans) verilince dukkan acabiliyor, ama her istedigi yerde degil, kethüda (lonca lideri) nerde uygun gorurse, ki buyuk sehirlerde esnaf bir bolgede toplanirmis: ayakkabicilar Fatih'te, bileyciler Uzuncarsi'da, oyuncakcilar Eyup'te, gibi. Seyyar saticilarin dahi mintikasi belli ve cok kati kurallara tabi.

Cesit cesit lonca var, hepsini saymak mumkun degil, kulaga ilginc gelen birkacini analim bari: Esnaf-i Kara Hirsiz, Esnaf-i Bazeveng-i Eblehan-i Sazengan, Esnaf-i Mesrubat-i Deva, Esnaf-i Timarhaneciyan, Esnaf-i Kum Sa'atciyan, Esnaf-i Gumus Arayiciyan, Esnaf-i Sapanciyan (Pirleri Hz. Davud), Esnaf-i Tabancaciyan (Bunlarin da piri Hz. Davud, hadi sapanciyi anladik da tabanca? Davud'un tabancasiysa kasit, tovbe tovbe...)

Gel yaren, mesleklerden bir tanesini kisaca gonul soframiza meze edelim. Kim mi dedin, gurbette yine cok onemli olanlardan birini: berberi!

Evliya Celebi diyor ki, ilk berber Hz. Ibrahim. Kabe'yi bitirdikten sonra haci olma babinda tras olma emri de gelmis. O yuzden berberlerin birinci piri Hz. Ibrahim. Ikincisi yine tanidik bir isim: Selman-i Pak, bilinen adiyla Selman-i Farisi. Peygamberimizi tras etmis. Isfahan dogumlu kabul ediliyor. Zerdustlukten Hristiyanliga ordan da Muslumanliga gecmis bir zat.

Osmanli'da berber kahvede calisirmis. Kahvehaneler yenicerileri azdiriyor diye kapaninca vatandas tras olacak yer de bulamamis, toplum gerilmis, bir kisim kahve yeniden acilmis. Berberin dukkani mi olur diyor o zaman halk. Cok ilginc bir tarz hakim: musterinin kafasini dizine yatiriyor berber, cellat gibi veya kurban keser gibi bir nevi.

Berberlige ilaveten dis doktorlugu ve sunnet yaptiklarini herkes bilir de, cerrahi mudahale yaptiklarini yeni ogrendim. Karaciger ameliyati yapmiyor tabii ama Abdurrahman Celebi rolunu elinden geldigince oynamis Selmaniler!

17 Kasım 2008 Pazartesi

VERDA STELO

Orduevi'nde askerlik yaptigim yillarda herhalde kazara cantamda kalmis TSK demirbasi yesil beyaz ciltli ol kitaba gore dunyanin en eski uluslararasi yapma dilini 1580 yilinda Mehmet Muhittin adinda bir Edirneli icad ediyor, Babil'den esinlenerek bu dile Balibilen adini veriyor. Tutmuyor tabii. Niye tabii dedim, bilmiyorum, refleks belki. Almanlarin Volapük denemesi de kisa omurlu olmus ona bakarsan.

Aralarinda Alman filizofu Leibniz'in 1666 tarihli ol calismasinin da yer aldigi bir dolu basarisiz denemeden sonra 1887 yilinda Polonyali Musevi Goz Doktoru Zamenhof'un yarattigi dil sistematigi Esperanto (Umutlu) adi altinda kok saliyor. Bu dilin sembolu olarak "verda stelo"yu yani yesil yildizi secen Doktor Esperanto bir dilin tutmasi icin en onemli unsurdan, yani halktan yoksun olmanin acigini, istisnasizlastirma (yani her durum icin sadece bir kural olsun) stratejisiyle asmaya calisiyor. Asti mi peki diyeceksiniz, soyle soyliym, aranizda Esperanto konusan var mi?

Ancak yine de ovguye deger bir ugrastir kanimca. Bu kaniya sahip olmakla yetinmeyip Esperanto ogrenen bir dolu (hasta - pozitif anlamda) insan var dunyada. Ben de bir keresinde Kaliforniya' da bir universiteye yazmistim, sagolsunlar ilk dersi postayla bedava gondermislerdi, gerisi icin para istediler, posta masrafi degil tabii kasit. Yine de rahmetle anarim.

Nedir peki bu dilin kemigi? Sudur: isimler: -o, zarflar: -e, sifatlar: -a, fiiller: -i eki ile biter, cogul -j sonekiyle yapilir. Istisna yok diyor. Harf-i tarif (Artikolo) bir diyor, o da LA. Venigu kuraciston dersem doktor getir, venigu la kuraciston dersem doktorU getir, oluyor. Bu.

Hos bir detay: alfabe okunurken sessiz harfler -o sesiyle seslendiriliyor, yani ornegin k, l, m, n, o, p, r, s harfleri ko, lo, mo, no, o, po, ro, so seklinde telaffuz ediliyor. Aranizdan bazilarinin bu noktada sirittigini sezinler gibiyim ve kim olduklarini da bilir gibiyim.

Olur da bir gun elinize bu dilde yazilmis bir mecmua gecer de konu komsuya rezil olmayalim seher vakti derseniz diye notumu duseyim: butun vurgular hep sondan onceki kelimede, Avrupa dillerinin bircogundaki gibi. Bizdeyse genelde son hecededir, dikkat buyuralim, bilincsizce toprak olmayalim.

Esperanto ogrenmek isteyenler bunu kitaplardan ogrenecekler. Yok ben cok orjinal bir kisiyim diyorsan sunu da not ediver Edward (ay altima edecem simdi): San Marino'daki Akademio Internacia de la Sciencoj universitesi Esperanto'yu resmi ders dili olarak gundemine alan dunyadaki tek akademi. San Marino, Italya'nin beri tarafinda biliyorsun. Turkiye'de de bir donem Aydin civarinda orgutlulermis ama son durumu bilemem. Neden Aydin deme.

Takdimimize son vermeden elbette birkac kelam edecegiz Esperanto dilinde. Fakat bire bir tercume olarak almamanizi rica edecegim, hatta cok rica edecegim: Bonan vesperon (iyi aksamlar emmoglu), dankon (sagol canim), Saluton (merhaba cigerim), Mia nomo estas Hayrullaho (Ismim Hayrullah'tir beyim, buyur diyecegini), Kiel vi fartas (Nasil gidiyor kirvem?), Ne tre bone (Icguveysinden hallice), Mi amas vin (Seviyorum ulan seni, hi?).

Magazin basini icin de notumuzu duselim: Dunyada Esperanto'yu ana dili olarak konusan (yani bebeklikten itibaren birinci dil olarak ogrenen) 2000 civarinda vatandas arasinda tanidik bir isim de var: George Soros.

Siyasi mekanizmalara bile yansimis bir dil: Ayetullah Humeyni Ingilizce'ye alternatif olsun diye butun dunya muslumanlarina Esperanto'yu ogrenme ve yaymayi fetva verdikten sonra bir de bakmis ki ulkesindeki Bahailer bu dile zaten uzun zamandir ozel bir ilgi duyuyorlar, hemen yasaklamis. Iran bir kultur deryasi, tarihsel acidan seyedersek. Fakat bu haber balonsa fena gaza geldik demektir. Kahrolsun asparagas diye haykiririm o vakit.

Astoria Krali Serkano

14 Kasım 2008 Cuma

ULUS BAKER

yazar, çevirmen, sosyolog.... odtü de öğretim görevlisiydi, müzik ve sinema konusunda muazzam bilgi ve birikime sahipti...virgü l ve kirpide yazıları çıkıyordu diye biliyorum... bir arkadaşım da sinemayla ilgili özel öğrenci olarak bulunmuştu dersinde ve kendisine hayranlığını belirtecek doğru ifadeleri bulmakta güçlük çekmişti....ben kendisini gecikmeli fark ettim....fark edip de çok da iyi okuyamadım veya izleyemedim aslına bakarsanız... birkaç kez mülkiyelilerde görmüştüm ankarada, sanki yeryüzünde ağırlık yapmayayım der gibi bir duruşu vardı....çok da bütüncül bir külliyatı yok bildiğim kadarıyla...makalele ri var ve bir de aşındırma denemeleri diye bir kitabı...yazıları zaman zaman beni çok aştı o yüzden kitabını henüz okumuş değilim...2 temmuzda öldü...sonrasında arkadaşları yazılarını bir araya getirmeye çalıştılar...aşağıdaki linkte yazılar var....spinoza ve aşkın diyalektiği ile hasta kimdiri okumanızı tavsiye ediyorum.... ....

http://www.korotono medya.net/ kor/index. php?ulus_ baker

ıREM

11 Kasım 2008 Salı

UZUN İHSAN EFENDİ


(photo: cenneti beklerken, derviş zaim)

Türk edebiyatında benim bilebildiğim kadarıyla türünün tek örneği. Türkçenin eski ve günümüzdeki halini ustalıkla harmanlamasını n yanı sıra, bilinmeyen ya da bilinip de unutulmuş deyim ve terimleri adeta bunların kullanıldığı zamanlarda yaşıyormuşcasına, sırıtmalarına müsaade etmeden kullanabilen, yerelden evrensele giden yolu Gabriel Garcia Marquez’e taş çıkartırcasına işleyerek kateden müstesna yazar.

1960 Yozgat doğumlu İhsan Oktay Anar halihazırda Ege Üniversitesinde Yardımcı Doçent olarak görev yapmakta, ancak edebiyatçılıktaki sivrilişi akademisyenliğ inin çok ötesine geçmiş durumda. Her kitabını ilginin kelime anlamına sığmayacak şekilde, farklı duygularla okutabilen, bu yönüyle okuyucuya hem masal dinliyormuş hem de belgesel izliyormuş hissini şırıngalayan kitaplarının ise sırasıyla: Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996), Efrasıyab’ın Hikayeleri (1997), Amat (2005), Suskunlar (2007) olduğunu belirtelim.

Zaman, olay ve karakter geçişlerini hiç üşenmeden etraflıca işleyen ve bunların her birini çok ilgi çekici konulara dönüştürebilen yazar, kimi zaman çok net tarih vermese de kitaplarında hep 16. ve 17. yüzyılın İstanbul’undan kesitler sunuyor. Ama bunu öyle bir yapıyor ki, Anar’ın zaman makinesini icat etmiş olabileceğinden ve sık sık o tarihlere giderek, o dönemin İstanbul’unda ikamet etmeyi tercih ettiğinden şüpheye düşüyorsunuz.

Anar’ın kitaplarında en göze çarpan öğelerden biri de, anlatılan konunun çok iyi araştırılmış ve sunulmuş olduğu izlenimini vermesi. Son derece spesifik konular da olsa bunların yazar tarafından nasıl bu kadar iyi bilindiğine veya ne kadar iyi araştırıldığına, yer yer şaşırıyorsunuz. Özellikle Suskunlar’ı okurken birçok kez gözlerimin faltaşı gibi açıldığını ve bu yüzden kendime hayret ettiğimi söylemeliyim. İlk kitabından son kitabına doğru gidildikçe, eleştirilecek birtakım yönlerini asgariye düşürdüğünü gözlemlediğim için, kitaplarının tenkit edebileceğim birtakım unsurlarını burada zikretmeye gerek duymuyorum ve Suskunlar ile yazarın kendi zirvesine ulaştığını düşünüyorum. Kendine yakışacak sosyal ve felsefi derinliği de müteakip kitaplarında yakalayabileceğ inden eminim. Bunun işaretlerini Suskunlar’da veriyor çünkü.

4

Ali Ulvi Hünkar Olmak


Jean-Paul Charles Aymard Sartre, " bir insan her zaman bir hikaye anlatıcısıdır; kendi hikayeleriyle ve başkalarının hikayeleri ile çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır." diyor. (Photo: Ali Ulvi Hünkar-sağ) Herkes hergün benzer hikayeleri anlatır fakat bazı insanlar o kadar güzel aktarırlar ki bu hikayeleri. Son zamanlarda bu hikaye anlatıcılarından en müstesnasını sizle paylaşmak isterim. Onun yazdıklarını izlerken veya okurken ne hissettiğimi düşünmekteyim ciddi bir süredir. Galiba şuna benzer birşey hissediyorum. Ali Ulvi Hünkar kelimeler ile insanı kaçamayacağı bir köşeye sıkıştırıyor. O köşede, kaçamayacağınızı anlıyorsunuzve size diz çöktürüyor ve diz çökerken sizi hüngür hüngür ağlatıyor, ve oradan uzaklaşıyor. Bir senaryo yazarı olan Ali Ulvi, aslında senaryo yazarı değil bana göre. bir “hayat yazarı”. Bu pırıltıyla, en son senarist Atilla İlhan’ın efsanevi “Kartallar yüksekten uçar” dizisinde, Banazlı ismailin rakı kadehini “usuletle ve suhuletle gülüm” diyerek kaldırıp kimseye etmem şikayeti söylemesi ve yaşlı gözlerle gördüğü pişmanlık dolu sanrılarının, dizinin son bölümde açık şekilde aslında ne olduğunun görülmesiyle yüzleşmiştik. Ne idi o gerçek? Dizi boyunca Bilinmeyen bir şekilde zengin olarak ege yoresinin kirsal kesimini terk ederek istanbul da buyuk adam olmus, karabulut holdingi kurmuş çoğu zaman efkarlı tatlı sert Banazlı İsmail’in , en yakın arkadaşı ve kendi gibi kuvvacı çolak efeyi, taşıdıkları milli mücadele altınlarını almak için ve de daha da çok her zaman gözü olduğu çolak efenin karısını elde etmek için, göreve giderlerken kuytu bir dağ başında arkadan vurnuş olması gerçeği idi. Bu gerçeğin seyircinin nezdinde ortaya çıkması flash backlerin tam olarak seyirciye son bölümde gösterilmesiyle oldu, ve buna rağmen Banazlıdan bir türlü nefret edemememize ne sebep olmuştu? Sanki günahsız olmadığından ilk taşı atamamıştık. Bu tam açıklayamayacağı mız, yada daha doğrusu cüret edip açıklamaya çalışmayacağımız şey Ali Ulvi Hünkarın kelimelerinde çok yoğun şekilde vardır. Bu dehayı Ali Ulvi Hünkarın Yeditepe İstanbul Dizisinde görebiliriz. Fakat Sonraki eserlerinde bunu, anlayamadığım bir sebepten, şimdilik görememekteyiz. (Sultan Makamı dizisini biraz dışarıda tutuyorum). Yeditepe İstanbul Dizisi http://www.youtube. com/watch? v=z4gKfFbHazQ Buradan izlenebilmektedir. ------------------------------------------- Dizinin bazı öldüren replikleri------ * Duru, Ömer'in vücuduna jiletle çizdiği D harfini görünce sorar duru: Bu neyin "D"si omer: Hiiiiiç .dünyanın "D"si. * (12 eylül döneminde olaylara katılıp, hapse düşüp işkenceden akıl sağlığı bozulan Ali uzun yıllar sonra hapisten çıkmıştır. , evden dışarı çıkabildiği nadir bir günde teknik üniversiteden eski üniversite hocasını ziyaret etmeye gitmiştir. Hocası inzivaya çekilmiş ve bir yandan şarap çekerek bahçesinde kümes yapmaktadır.) Hoca: hadi çek bi fırt Ali: hayır ben epeydir ayık değilim zaten Hoca: evet ama ben içeceğim,özellikle hava kararmaya yüz tutunca ayıklığa dayanamıyorum Ali: size gelmek sizi bulmak benim için önemliydi hocam çünkü size sormak istediğim bişey vardı,çok önemli bişey... Hoca: bak şimdi merak ettim Ali: neredeydiniz hocam,arkadaş lar neredeydi,bütü n o koşuşturmalar, o eylem planları,paylaş tığımız her şey neredeydi?? Bir şeyler söyleyin hocam o kalabalıklara ne oldu? o meydanlara sığmayan kalabalıklara. .. üç beş kişiden bahsetmiyorum ben, mümkün mü yüz binlerin aynı anda unutması her şeyi Hoca: kimi adını değiştirdi,kimi yüzünü hatta kalbini bile değiştirenler oldu ali,kimi kayboldu,senin gibi derinlere düşmeseler de.... içmeyeceğine emin misin? (ve fonda Yeni Türkü'den KALBİM KIRMIZI çalar...) * yusuf kitap sattığı dönemde, bir duvar dibinde kitap okurken olcay geliyor yanına fakat yusuf görmüyor Yusuf (farkediyor) : Olcay, sen ne zaman geldin? Olcay: Bir kaç sayfa önce.. * Babasız omerin dul annesi, o cok kucukken, sevdıgı adamla onu terk edip gıtmıstır . Ananesi Hava’ya bırakmıştır Çocuğu. omer sevdıgı durunun da yurtdısına cıkacagını ogrenıyor.elıne atlası alıyor ve duruya,, omer: nereye dıceksın doguya mı batıya yoksa kuzeye mı gıdeceksın.guneydogum u yoksa.orası en guzelı en sevdıgım.nereye gidersen gıt annemın gıttıgı yere gıtme duru.cunku oralardan donus olmuyor… * Ömer: ( duru'ya) :...seviyorum diye haklı olmam da gerekmez ..hem ben seni iskambil destesinde bulmadım ki şansıma küseyim.. * yusuf: aşkta kar-zarar defteri yoktur... alacağın varsa yüreğine yazacaksın... * Yusuf: Adım Yusuf, otuzbeş yaşındayım. Daha hiçbir şey yaşamadım ki ortasında olayım hayatın. O yüzden kenarındayım.. . * [Ömer: Ruhi Sarı, Yusuf: Emre Kınay, Ali : Uğur Polat, Önem: Günay Karacaoğlu, Havva: Meral Okay] OzanA

7 Kasım 2008 Cuma

SILENCE IN THE STUDIO

Bu platform, bir şeyleri tanıtmak veya anlatmak amaçlı ise, anlattığımız veya tanıttığımız her şey biraz da kendimizi içerecektir. Buradan hareket edelim ve diyelim ki “atom heart mother suite” eğer bir şarkıysa şu ana dek yapılmış en iyi şarkıdır. Ve ikincisiyle arasında çok büyük bir mesafe vardır. Şarkıysa diyorum, çünkü müzikal bir ürün olduğu kesin ise de, yapılabilecek kimi ‘şarkı’ tariflerinin içine sığmayabilir. Pyschedelic diye isimlendirilen türü itibariyle pink floyd müziği zaten 70’li yılların rock’ından farklı ve kendi türü içinde bile üst düzey bir çizgide bulunuyorsa da, genel müzikal temalar çok doğal olarak 70’li yılların rock müziğiyle epeyce bir örtüşür. Bu açıdan sıradan rock dinleyicisine pink floyd dinletip, bu eser hangi yıllara ait olabilir diye sorulduğunda 70’li yıllar cevabı alınabilecektir. Bu durum ‘aşmış’ diye nitelendirilmeyi hak etmesine rağmen echoes veya shine on you crazy diamond için de geçerlidir. Ancak atom heart mother o yılların müziğinden tamamen kopmamış ve şarkıdaki kimi temalar klasik rock anıştırmasına çok yakın olsa da bir bütün olarak katiyen bağımsız niteliktedir. Kısacası bu şarkının hangi yıllarda yapıldığını fark etmek veya bu şekilde kategorize etmek zorlama olur.

Kalbine uranyumla çalışan atom pili takılmış bir annenin trajik öyküsünü gazetede okuyup ismini taktıkları ve Pink Floyd’un ilk kez orkestra ve koro kullandığı rivayet edilen bu şarkının Pink Floyd tarafından canlı çalınıp çalınmadığı konusu halen netliğe kavuşmuş değil. Benim eğilimim ise, şarkının niteliğine bakıldığında tamamıyla aynısının canlı olarak pek kolay çalınamayacağı. 1970 tarihli Atom Heart Mother albümündeki bu şarkı 23 dakikadan birkaç saniye fazla sürer ve grubun tarihinde yaptığı en uzun parçasıdır. Ama şarkı, bir yaşam formatının ta kendisinin ruhu olduğu için, o yaşam formatına angaje bir müziksevere keşke daha uzun olsaydı, mümkünse hiç bitmeseydi dedirtir.

Motor gürültüsünden at kişnemesine, garip insan seslerinden şekilsiz elektronik efektlere kadar ve bu arada tabi ki gitar, viyolonsel ve bir sürü enstrümanı inanılmaz bir müzikal uyum ve bütünlük içerisinde eritmiş şarkının, Romalı askerlerin zafer arabalarının geçişinin, ikinci dünya savaşının en trajik döneminin, uzun bir bozkır yolculuğunda insanın içinde büyüyen dingin ama öfkeli ruh halinin, tanrıyla sohbet ederken geçen dakikaların, kölelerin ayaklanmasının, daha önce hiç duyumsanmamış güçte aşık olunan kişinin elini tutma anının, coşkulu bir zikir ayininin hepsi için fon müziği olabileceğini düşünüyorum. Bu şarkının size verdiği duygu nedir diye sorduğumda muhtelif kişilerden yukarıda saydıklarım gibi çok tezat cevaplar aldığım olmuştur. Kütüphanelerin en güzel raflarını hak ediyor.

Şarkı, uvvvaaaaa, hhhhohhhhh, rrrrrrrrrrrrrr, dapatipa, haaaaaaaaaa, wassapppuuuuu, pampam vs. şeklindeki birtakım (benim hangi dilde veya ne anlamda olduğunu anlamadığım) kadın, erkek ve koro vokalleri dışında sözsüzdür. Bir tek istisnayla: 19. dakika 11.inci saniyesinde söylenen, şarkının tek sözünün ne olduğunu dinleyin bakalım anlayabilecek misiniz? 2

GUNES DANSI

Dunyanin en guclu markasi eskiden Marlboro idi. Sonra tufenk icad olundu, biliminsanlari sigaranin kansere yol actigini kanitladilar. Benim tezim bir 200 yil sonra Marlboro'nun ne oldugunu bilen insan sayisi dunyadaki kutuphaneci sayisindan az olacak.

Bakarsin gun gelir, o ates dunyanin en guclu markasini da kavurur. Coca Cola'nin hotorof yaptigi ispatlanir ne bileyim.

Gel gor ki tum bu markalar eriyip gitse de erimeyecek marka nedir desen, cevabim net: Hollywood.

Benim sahsen en sevdigim marka. Emperyalizmin bir numarali silahi ama tadi baska. Ben hayatimin en buyuk askina da bir Hollywood yapimi vesilesiyle baglanmistim. Yapimi pek hatirlamiyorum gerci... Nitekim evlendik.

Hollywood'un dunyalarimizi ne denli degistirdigini, sekillendirdigini anlatmaya luzum yok. Casablanca mi diyim, Baba mi, Matriks mi, insaf!

Ancak... Yin diyorsun Yang diyor, Lam diyorsun Cim diyor, Hollywood diyorsun, ne diyor?

Iste bu sorunun cevabini arayan, Robert Redford isimli aziz, Hollywood'da oynadigi favori rolun ismini Hollywood'a alternatif olarak yarattigi mesuur film festivaline vermis. Allah rahmet eylesin gecende kaybettigimiz buyuk ustat Paul Newman ile cevirdigi Butch Cassidy and the Sundance Kid filmindeki Sundance Kid rolu esiniyle, her kis Utah'ta Mormon baskenti Salt Lake City ve Park City'de duzenlenen aykiri festivale akla kazinan bir isim cakmak suretiyle diyalektik felsefenin yuzunu kara cikarmamis.

Sundance son 30 yilda bircok ismi unlu isim haline getiren bir esik. Robert Rodriguez'den Tarantino'ya, Jim Jarmusch'tan Steven Soderbergh'e onca uzman Sundance'i trampolin olarak kullanmis. Denebilir ki, Sundance olmasa Tarantino Tarantino olmayacak miydi sanki? Fakat, ayni soruyu misir gevregiyle de sormak mumkun. Tarantino yerine degil de Sundance yerine koyaraktan. Demek istedigim, polemige girmeyelim seher vakti.

Festival zamanla moda olup, yildizlarin ve paparazzinin paslastigi yeni bir kirmizi hali havasina burununce festival komitesi katilimcalara filme odaklanin yazili rozetler dagitmis, soytarmayin anlaminda. Bak bak bak.

Bundan sonra ne olur bilemiyorum. Bundan once olansa su: Festivalde odul alan filmlerden bazilari: Sex, Lies & Videotape (1989), El Mariachi (1993), Living in Oblivion (1995), Run Lola Run (1999), Constantine (2005), A Guide to Recognizing Your Saints (2006) ve Choke (2008).

Bu filmleri seyredelim please, he mi. Festivalin bizim icin bir onemi de su: Bordo Java Rapsodi senaryo olarak biraz ceki duzen verildigi takdirde katilabilir, boynuz kulagi gecebilir. Kulak burda Mr. Zaim oluyor.

Umudu yitirmemek lazim. El Mariachi'nin butcesi 7000 dolar. Olur mu oyle sey demeyin. Rahmetli Baris Manco'nun tuhaf sarkisinda dedigi gibi: Nasil oldugunu anlayamadim ama seviyorum seni delicesine. Yani olur anlaminda.

Astoria Krali Serkan

22 Ekim 2008 Çarşamba

Kutsal Bira Avcıları

Gecen sene Ankara'da arkadaslarla bir araya geldik. Kim kim vardi simdi unuttum ama su olayi unutmadim: Daha gecce katilacak Salih'e bulundugumuz mekani tarif eden Tarik, ordan saga sap, burdan sola, fismekan dedikten sonra kafasini yukari kaldirip yesil tabelaya bakti, Carlsberg barinda bulacaksin bizi diye noktaladi sozlerini. Bilahare ortaya cikti ki, Tarik bir reklamci olarak dunyanin en fazla reklam yapan bira markalarindan biri olan Carlsberg'i tanimiyormus, barin adi zannetmis.

Carlsberg'in slogani da, probably the best beer in the world, haaa, en azindan bir ara oyleydi, yani muhtemelen dunyanin en iyi birasi. Demek ki reklam da bir yere kadar. Bazilari bunu, sana hayvan demek hayvana hakaret diye yorumluyorlar. Abartmamak lazim.

Muhtemelen dunyanin en iyi birasi ifadesi bir Turk icin ornegin bir Alman icin tasidigi anlami tasimayabilir. Turkiye'de yakin zaman kadar birkac bira markasi vardi, Efes tekel konumunda gibi bir seydi. Bunlar marka bak, dikkat cekiyorum, yani aslinda Turkiye'de pilsen tipi tek bira tipiydi. Pilsen bir Cek sehri olan Plzen'in meshur ettigi bira tipi. Evet, mesela Almanya'da her yorenin birasi ayri. Köln'de Kölsch icilir, guneyde Weizen (bugday birasi), yok siyah birasi, yok Asagi Ren'de Alt birasi derken bin turlu bira tipi ve bunlara tabi bin turlu marka vardir. Bunlar sehirlerin kisiligiyle birlesmistir, rekabet unsurlarindan olmustur.

Birinci agizdan dinledigim bir hikayeye gore gariban bir Turk ogrenci ilk defa geldigi Almanya'da bir grup Alman tarafindan once Köln'de alemlere sokuluyor, sonra Düsseldorf'a geciyorlar. Cocuk Düsseldorf'ta barmene gidip, aksam Köln'de digerlerinden duydugu, sieben Kölsch bitte cumlesini tekrarliyor. Barmenin cevabi sana yedi tane cakarim ama burada yedi kölsch bulamazsin. Bizdeki baciya kufretmek gibi bir sey.

Simdi biranin markasinin, tipinin, sehrinin, ulkesinin, kisiliginin bu denli farkli perde aldigi dunya sahnesinde, muhtemelen dunyanin en iyi birasi lafi cok onemli, guclu ve esprili bir ifade. Ama ben var ya ben, onu da asiyorum ve size dunyanin hakikaten en iyi birasini birazdan ilan ediyorum. Evet yapiyorum bunu, cunku Maldoror da yapardi aramizda olsa.

Frankofonlarin Bières d'abbaye, Almanlarin Abteibier, Hollandalilarin Abdiybier adini verdikleri Belcika birasi dunyanin en iyi bira sinifidir. Bu sinifta yaklasik 70 marka vardir. Bunlar arasinda manastirlarin buyuk tesislere (or. dunyanin en buyuk bira ureticisi Inbev, gecende Amerikan Budweiser'i da aldi 50 milyar dolara mi ne) teslim olup uretimi devrettigi markalar da (Leffe) hostur. Ancak kahramanimiz, 1862'den beri uretilerek (ki nispeten yeni sayilir) hala Trappist manastirlarin elinde kalan, bugun yilda 12 milyon litre kadar uretilen, ortalama %7 alkol oranina sahip Chimay. Bunu icmeden olmemek lazim arkadaslar, serbet Allah canimi alsin.

Lutfen ama lutfen bunu alip eve gotururseniz buzdolabina koymayin, cunku konmaz. 13 derece ideal isisidir, kiler isisi uygundur. Buz gibi icilmez. Kankalarla icerseniz her yudumdan sonra bir biraya bir birbirinize bakma ve gulumseme yan etkisine karsi hazirlikli olun, lezizdir zira.

Dort rengi bulunan Chimay'a kirmizi ile baslamanizi oneririm. Sevdiginiz biri varsa para biriktirin, onu Bruj (Brugge) sehrine goturun, orda Chimay icirin. Egosantrikler kendi kendine yapsin bunu. Ama kiyak orda bitmiyor.

Tum manastir biralari gibi Chimay'in geliri de sadece iyi (ulvi) amaclar ugruna kullanilir. Bunlarin baslicalari, manastir giderleri, yetimlerin bakimi, evsize suna buna sosyal yardimdir. Isin bu boyutu aldiginiz her yudumun keyfini daha da bir arttirir. Bir kadeh oksuzlere, bir kadeh de uyusturucu muptelalarina, bu kadeh yagmurda parkta yatanlara, ne kadar kader kurbani varsa o kadar icecez bu gece Jean Luc. Parayi cebe atan rahip olursa ona da helal olsun anasini satayim.

Chimay bulamazsan Trappist baska marka ic, Rochefort gibi, Westmalle gibi. Trappist bulamazsan devsirme manastir birasi ic, Leffe gibi, Grimbergen gibi, onu da bulamazsan herhangi bir Belcika birasi ic. Onu da bulamadin, Kölsch ic, tercihan Mühlen Kölsch.

Ha bir hirka bir lokma mi dedin, o vakit sen beni de astin. henuz demedim ama bir gun diyebilirim diyorsan guzel kardesim, su Chimay'i bir tatmadan ereyim deme. Ortak falan degilim yanlis anlasilmasin.

S to the T

8 Eylül 2008 Pazartesi

sen neymişsin be abi..hastasıyız.


Ayhan Sicimoğlu..

Bak kezduren. Bu adam benim görfüğüm en deli insanlardan biri olup ismi ayhan sicimoğludur.
Skytv televizyasında haftalık program yapan bu şahıs herşeyden anlamaktadır. Buna ilk önce inanmamışken araştırınca bu kişinin Harley sürüp, latin müziği uzmanı ve müzisyeni olduğu süleymaniyedeki "kurucu ali babayı" bildiği, mimariden çok iyi anladığı, çok iyi bir aşçı olduğu, ve ileri derecede zır deli olduğu bilgisini aldım.

MFÖ ve arkadaşları ile kendisi Kankadır.MFÖ nün "sen neymişsin be abi" şarkısını mazhar alanson bu şahıs için yazmıştır.
Hayranlık belirtisi olarak. Kötü anlamda değil. Bu adama tesadüfen rastladım ve paylaşmak istedim .
En çok kullandığı kelime, izlerseniz müşaade edeceğiniz üzre, "hastasıyız" dır.
Bu da resmi kezduren.

Bu adam serkan taylandan sonra gördüğüm en deli insan olabilir.
Not: Çok zümreci bir ifadeyle , Bi de kendisi ,maalesef, T A C lidir..

Tensiplerinize sunarım.

Lee Harvey Ozwald

saclarini dagıtırdın..

Ceyrek asir evvel dunyanin en guzel kadiniydin sen. Bir an yekpare beyaz giyerdin, obur sahnede kizil alevdin. Agladigini da biliriz amma sana en ziyade yakisan suh bakislardi. Pesinden kosanlar dahi saclarini dagitirdi.

Seksenler ve doksanlara damgasini vurmus bir muzik turu var. Bu adamlar rock caliyor, glam tabir ediliyor. Ancak kilik kiyafetleri, daha dogrusu hal ve gidisatlari yuzunden hair metal ekolu olarak aniliyorlar sonralari. Salgiladiklari sempati ve antipatiyi en iyi dile getiren klip, aile babasi rolunde kisisel oskar adayim Mark Metcalf'in rol aldigi, Twisted Sister'in We're Not Gonna Take It eseridir ki, biz bunu da bir konserde calmistik.

Uckur hastasi Motley Crue, ne bileyim, Def Leppard (davulcunun cift kollu klibini izledim gecende), efendime soyleyim Van Halen (gitaristi davulcu davulcusu gitarist), mansetlerden dusmeyen Guns'n'Roses, Fransizlarin batirdigi Greenpeace teknesini sarki yapan White Lion, ki gitaristi 15 sene ortaliktan yok olduktan sonra pizza dagitimi yaparken basilmis, yani ben bunlarin hangi birini sayayim, hepsi birbirinden muhterem ekiplerdi.

Hair metal ozel bir tat ve dokuydu. En ozgun yani da belki, kliplerde oynayan fevkaladenin fevkindeki cins-i latifti. Bircok kadin gorduk orada ama aslinda o tek bir kadindi. Poison'in Fallen Angel klibinde masumiyeti kaybeden sarisin Susie Hatton oldugu kadar, GNR'in November Rain'indeki jartiyerli gelin Stephanie Seymour idi. Spielberg'in cektigi Aerosmith klibi Crazy'nin basinda kicinin arasina kacan kilodunu duzelten Alicia Silverstone neciydi peki? Kingdom Come'in What Love Can Be adli tarihi slow'undaki mi gonlumuzu daha yuksege hoplatti, Quireboys'un 7 O'Clock eserindeki mi? Hepsi. Hepsi birdi. Ancak illa ki glam kadinina en yakisan hal ve gidisati soruyorsan yolcu, Tawny Kitaen adiyla meshur oldu o. Su, Whitesnake'in klibinde omuzlarina sac niyetine yele dokulen beyaz buyucu.

Isin tuhaf yani, bu kliplerde oynayan veya bu adamlarla kamera arkasinda klip ceken fistiklarin yuzde doksaniyla yatan ve hatta bu eylemiyle onlari meshur eden zat Motley Crue'nun davulcusu Tommy Lee'den baskasi degildi. Pamela Anderson'dan Tawny'ye, Heather Locklear'den Jenna Jameson'a, Tara Reid'dan, Carmen Electra'ya. Daha sayiim mi? Insafsizca.. . afedersin.

O vakit tavuk mu yumurtadan cikar yoksa yumurta mi tavuktan? Horoza da bu soruyu sormuslar, sizin ananiz baciniz yok mu demis...

Bugun de, en guzel gunlerini ceyrek asil evvelinde yasayanlarin gonlunde dunyanin en guzel kadinisin sen. Elleri opulecek bir azizesin kadinim, bakma orospu gibi gorundugune. Bal tutan parmagini yalarmis. O halde, nazdrovya emmoglu!

SerkanT

19 Ağustos 2008 Salı

FADO


Portekiz’in, alinyazisi anlamina gelen klasik musikisi. Kasif Portekiz ilinde denizci eslerinin yaktiklari agitlarda kok salan, icinde Brezilya ve Endulus ezgileri dahi barindiran bir derya. Insanin Tanri’dan bir parca olma ihtimalini arttirmasa da akillara zimbalayan bir gonul kucagi.

Cogunlukla ana temasi hasret olan sarkilar, oturan iki gitaristin arasinda ayakta duran, ekseriyetle sirtina siyah bir sal atmis bir kadin sanatcinin (mikrofonsuz) icrasiyla efkar dagitir veyatta pekistirir. Canli izledim, alkolle aliniyor, ara sokak meyhanelerinde. Icracinin unune gore balik fiyatlari cok farkediyor. Balik ayni balik diyeceksin Ziya amma balik bahane, n’aber...

Bu sihir sahiplerinin basinda Amalia (1920-1999) geliyor. Halde kesfedilen bu muazzam sesi Portekiz’in Hamiyet Yuceses’i olarak gormek istiyorum ben sahsen Ziyacigim. Zira cile fadistlerin alinyazisidir da!

Fado’nun buyusu her zaman iyiye mi hizmet etmis peki? Bak orda dur iste. Diktator Salazar’a sorulunca, 30 yildir halki ne ile uyutuyorsun diye, o meshur cevabini vermis: 3 F, yani Fado, Futbol, Fatima (din). Budur.

Ekmek de kesiyor adam da, annatabiliyor muyum?

Iyisi mi felsefeyi erbabina birakip, bir kadeh daha Vinho Verde (yesil sarap) dolduralim, semavi radyonun sesini de accik acalim Ziyacigim.

Sarkilardan fal tuttum, kacinci calinirsa calinsin kismetim Lisboa Antiga, olur mu ha? Olur de be abi, oyle Ainulindale pesinde degiliz, bir Linda Princesa kelami yeter de artar su gariban kulaklara...Hay yassa be Ziya, her kimsen artik...

SerkanT

13 Ağustos 2008 Çarşamba

"O safak vaktinin cihangiri"


Cinucen Tanrıkorur....

"20 Subat 1938'de Fatih-Mutaflar'da dogdu. Babası Zafersan Tanrikorur, ogluna kendi isminin Kazan Turkcesindeki tam karşiligi olan ve "galib, muzaffer" anlamina gelen "Cinucen" ismini koydu."

Rahmetlinin babasi da bizlere anlattigi kadari ile tam bir Turk munevveri idi.

"Daha ilkokul caglarinda, Sultan III. Selim'in Suzidilara makamindaki yuruk semaisini okuyor, Mehmet Akif'in "Canakkale Sehitleri'ne isimli mersiyesi ile birlikte Yahya Kemal, Mehmet Emin Yurdakul ve Nihal Atsiz gibi sairlerin şiirlerini bastan asagi ezbere okuyabiliyordu"

Hocam her konserini ezbere gecer asla notaya ihtiyac duymazdi. (Tum notalarini kendisi yazardi. Matbaada basilan notalardan cok daha estetik ve musiki nazariyati bakimindan da mukemmel derecede olan notalar uretirdi, essiz bir notistti.) Hatta Ozan gelenegini Klasik uslupta yasatir, okuyacagi her eserden once mutlaka guftesini de okurdu.

"1989 yilinda, irsi olan bobrek hastaligi dolayisiyla Kultur Bakanligi tarafindan ABD'ye gonderildi ve burada 117 eser besteledi. (Toplam 505 eseri mevcuttur) Ayrica bu sure icerisinde Maryland ve
Princeton universitelerinde ornekli iki konferans vermis, iki buyuk makale yazarak Turkish Music Quarterly dergisinde yayinlanmis, hocası Garino'nun tavsiyesine uyarak ogrendigi eski yaziyi gelistirmek icin dostlarina eski harflerle surekli mektup yazmis, dahasi, ABD'li hattat Muhammed Zekeriya'dan hat dersi almistir. Bu donemden sonra hastaligi surekli artan Tanrikorur, toplam sekiz ameliyat gecirmistir ve bunların ucu ise henuz mimarlik ogrencisiyken yakalandigi kanser sebebiyledir"

O safak vaktinin cihangiri adlı belgeselde Hocam Aleaddin Yavasca; "Cinucenin hastaliklarindan herhangi bir tanesine icimizden biri ducar olsa yasamaktan vazgecerdi" demislerdir.

O ise bu hastaliklari bile Yaratandan gelen bir lutuf olarak gordu uretmek adina kendine şevk saydi.

Ingilizce, Fransizca, Italyanca, Latince ve Arapca bilirdi. Bircok Arap ulkesindeki universitelerde konservatuar bolumleri kuracak kadar Arapca bilmesine ragmen Tanrikorur tum ozgecmislerinde bu dilde kendisi icin Az bilirdi diye yazmistir. Benim kendi kanaatimdir ki bu dillerin tamaminda yazili eserler vermis olan Hocam Arapca makaleler yazmadigindan ya da yazdi ise de yeterli bulmadigindan bunu yapiyordu.

Batili anlamda ilk ud metodunun sahibidir.

Ud dunyasinda Cinucen Bey bir ekoldur. Sadece ulkemizde degil, dunyanin her yerinde bu saza meraki olanlarin yolu bir gun Cinucen Bey'e rastlar. Sadece icra anlaminda degil, Ahlak ve kultur anlaminda da yetistirirdi ogrencilerini. Asla para iliskisi olmazdi. "Parasiz ogrendigim bir seyi para ile ogretemem" derdi.

2000 yilinda aramizdan ayrilan Cinucen Bey'in esi olan Barihuda Hanım sonradan musluman olmus, Jameika asilli bir Amerikalidir. Kendisinin Turk musikisine ve kulturune hizmeti buyuktur. Mevlana uzerine yazilmis en ayrıntili calisma ona aittir ve yakinda Kultur Bakanliginca yayinlanacaktir. Bir yazimizda da Barihuda Hanimi anlatacagim sizlere.

Once adam gibi adamdi. Cok ustun bir zekasi ve birikimi vardi. Benim bir biyolojik babam var. Cinucen Bey benim manada Babam di. Rahmetle aniyorum.

Fakir, Pur Hata Evren

6 Ağustos 2008 Çarşamba

06-08-1945


"6 Ağustos 1945'te ABD, Hiroshima'ya 15 bin tonluk TNT'nin patlayıcı gücüne eşdeğer ve "küçük çocuk" (little boy) adında bir atom bombası attı. İnsanlık tarihinde ilk defa böyle bir bomba kullanılmıştı. Üç gün sonrasında ise "Şişman Adam" (fat man) Nagasaki'ye atıldı. Burası Japonya'nin gelişmiş önemli bir endüstriyel bölgesiydi. Bombanın atılması ile hemen ölenlerin sayısının 100.000 olduğu tahmin ediliyor. Bu bombanın patlama gücü çok daha yüksek, 21 bin tonluk TNT'ye eşitti. İki şehrin bombalanması sonucu yüzbinlerce kişi öldü. Yayılan radyasyonun etkileri ise hala sürüyor.
Bombanın atılması ile Hiroşima ve Nagasaki anında yok oldu. Atom bombasının yarattığı muazzam şok dalgaları çok geniş bir alanda binlerce kişinin o anda ölmesine sebep oldu. Dalgaların doğrudan ulaşamadığı yerlerde ise yayılan radyasyon, sonraki günler, aylar ve yıllar boyunca bir çok kişinin lösemiden ölmesine sebep oldu. Hayatta kalanlara Japonya'da "Hibakusha" dendi. Hibakusha'lar ve çocukları ülkede yıllarca insanlar tarafından dışlandı. Radyasyondan etkilenme korkusu ile hiç kimse onlara yaklaşmak istemedi. Yıllarca bu zor koşullarda yaşayan Hibakusha'lar kendi trajedilerinden yola çıkarak dünyada başka Hiroşima ve Nagasaki olmaması için büyük kampanyalar başlattı.
Amerika, bomba kullanımını haklı göstermek için Japonya'nın Pearl Harbor limanına yaptığı baskını ve Müttefik güçlerinin koşulsuz teslim olma isteğini geri çevirmelerini öne sürdü.
Ancak yıllar sonra yapılan açıklamalarda Amerika hükümeti, bombanın gerekli bir askeri harekat olduğunu, çünkü buna tek alternatifin istila olduğunu söyleyecekti. Japonya'nın istilası ise bir çok Amerikan askerinin hayatına mal olacağından, bombanın bırakılması daha uygun görülmüştü.
Unutmayalım, unutmak bir tür ölümdür...


Onur Caymaz"


Ozan A

24 Temmuz 2008 Perşembe

Yesilbulan

1894 yilinda Sivas’in Sarkisla ilcesi Sivrialan koyunde dunyaya gozlerini acan Asik Veysel Satiroglu, gunumuzuden 35 yil, ben dogmadan 3,5 ay once, zaten gormeyen gozlerini fani aleme de kapatti.

Veysel’in cilesi, asirlardir cefanin, yoklugun, zulmun eksik olmadigi Anadolu topraginda yeseren sayisiz anonim kahrin yaninda, ismini bulmus, dostlarin hatirladigi ve daima hatirlatacagi bir yasam oykusudur.

O dogmadan iki ablasini calan cicek hastaligi, Veysel 7 yasina gelince gozlerinin isigini almak uzere geri doner. Sadece kirmizi rengi hatirlar, en son kani gordugu icin belki de. Bir de yesili eliyle buldugu aktarilir.

Kor olduktan iki yil sonra teselli babinda biricik sevdasina, baglamasina kavusan Veysel, „olma“nin bedelinden habersizdir henuz.Abisi ve arkadaslari cepheye gidince yalnizlik yakasina yapisir. Yardima muhtac olusu yuzunden uzak bir akrabasi ile evlendirilir, bir oglu olur. Dogumdan on gun sonra oglunu, daha sonra anne ve babasini kaybeder.

Gun gelir, bir de kizi olur. Kizi 6 aylikken karisi Veysel‘i hasta yataginda birakip, ev isine yardimci olmasi icin yanlarina aldiklari azapla kacar. Iki sene sonra da kizini alir elinden hayat.

Boylesi bir bedel ancak sazin sozun destegiyle odenebilir. Ari Turkcesi ile Alevi kimliginin de mutlaka etkisi altinda, dunyanin fani, muradin yalan, Takdir-i Ilahi karsisinda insanin aciz oldugunu okur durur.

Ifadede yalin, manada agir misralari ve cefa yuklu ezgilerinin sirrini Koy Enstituleri’nde ogrencileri ile bir nebze paylasan Veysel, Anadolu’ya has asik geleneginin son buyuk kalesi sayilir.

Yakinlarina gore Asik Veysel’in baslica iki ukdesi askere alinmamis olmak ve Kemal Pasa ile tanisamamis olmaktir. Gerisine katlanilir: Istanbul’da gozlerinin acilmasi teklifini reddeder, sebebi sorulunca, „Simdiye kadar kafamda bir yuva kurmusum. Gozum acilirsa, o yuva dagilir” cevabini verir.

Veysel’e gelecek nesillere vasiyetini sormuslar. Azim, demis. Nitekim ilk evliligindeki bahtsizligindan yilmayan ozan ikinci evliliginde sicak ve kalabalik bir yuvaya kavusmus. Kavusmus amma, sadik yarini kara toprak ilan eden asik, aradigi dert ehlini baska bir yuvada bulmus olsa gerek:

Veysel'in derdine bulunmaz çare
Etseler vücudun hem pare pare
Bir arzuhal sundum hakiki yare
O yar gelip yaralarım saracak

En guzel turkusune „Sen bir ceylan olsan, ben de bir avci“ diyerek baslar Veysel.
Ceylan kendisidir aslinda, avci da iste o hakiki yar.Kemal Pasa’ya ve hakiki yare kavustugun kara topragin bol olsun Yesilbulan…

SerkanT

20 Temmuz 2008 Pazar

“Beklenen Şarkı” / “Bana ellerini ver”

Kaybeden Büyükler : Türk sinemasının ve müziğinin dönenceleri..

1-Sonku Film Olayı
“Cahide Sonku (1916 - 1981) Tiyatro ve sinema oyuncusu Sonku, Türk sinemasının ilk kadın “yıldız”ı olmuştur. Yemen’de Sana’da doğdu, 18 Mart 1981’de İstanbul’da öldü. Tiyatroya halkevlerinin temsil kollarında başladı. İstanbul Belediye Konservatuvarı’na devam etti. 1932’de Şehir Tiyatrosu’na figüran-stajyer olarak girdi. 1933’te Yedi Köyün Zeynebi’nde sahneye çıktı. Aynı yıl Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘Söz Bir Allah Bir’ filmiyle sinemaya geçti. 1934’te çevrilen ‘Bataklı Damın Kızı Aysel’deki rolüyle ün yaptı. 1937’de Talat Artemel ile evlendi. Arka arkaya Shaw, Tolstoy, Shakespeare, Çehov gibi yazarların oyunlarında rol alarak şehir tiyatrosunun önde gelen kadın oyuncularından biri oldu. 1949’da ‘Fedakâr Ana’ filmiyle yönetmenliğe başladı. 1950’de ününün doruğundayken kendi adıyla Sonku Film Şirketi’ni kurdu.” Ününün doruğunda 34 yaşında bir aktristin böyle bir yaklaşımının dünyada örneği yoktur. Devam ediyoruz.

“Bu şirket adına 1951’de Talat Artemel ve S. Ayanoğlu ile birlikte Vatan ve Namık Kemal’i yönetti. Film Yıldız dergisinin o yıl açtığı soruşturmada en iyi film, Sonku da bu filmdeki rolüyle en iyi kadın oyuncu seçildi. 1954’te Sonku’nun yönettiği ve Zeki Müren’in ilk kamera karşısına çıktığı ‘Beklenen Şarkı’ filmi, hasılat rekorları kırdı.”

Sanat güneşini ikna ederek o enfes filmi yaptı. Emsalsiz bir filmdir.

“Bu filmden kısa bir süre sonra çıkan bir yangında şirketin filmlerinin çoğu yanınca Sonku bütün servetini yitirdi,” Gerisi malum. Büyük bir çöküş .

Bu ilk ve son daşşaklı yapımcının çöküşüyle maalesef Türker İnanoğlu dönemi galip geliyor ve Türk sineması bugüne evriliyor. Tıplı George w' a karşı al gore’un yada Tayyibe karşı zülfünün kaybedişleri gibi..

Rahmetli Kenan Pars’ın son roportajında dediği gibi.. ‘ Türk sinemasının şansızlığı warnerlar gibi, MGM gibi büyük entelektüel ileryi gören yapımcılara sahip olamadı. Hep tüccarlar girdi işe. Yapımcılar biraz entelektüel olasaydı Türk sineamsı çok başka olurdu. Olmadı”

http://www.vidopa.com/video/VpznVGzkvIs__zekimürenbeklenensarki.html






2- Esin Engin, Özdemir Erdoğan ve Modern Folk Üçlüsü . Yıkılış:

Türk Pop müziğinde bu 3 büyük dev 1975 yılında arzı endam eden birine kafa tutamadı. Bu birinin adı Sezen Aksudur. 1977 yılında çıkan Allahaısmarladık albümü ile –adı ile manidar bir albüm- türk pop müziği sezen aksu ve füruüunun kanalına girmiş oldu . Giriş ki ne giriş.. O kanalda ne ilhan irem ne Tanju Okan varolabildi. Çok farklı olabilirdi.


Bunu sözlerle anlatmak yerine “bana ellerini ver” şarkısının armonik yapısına dikkat etmek yeterli olacaktır. Dinleyene kaybedilen birikimi ve o altın dönemi anlatacaktır. Bu şarkı bir sanat patlamasıdır. Yazık oldu.

href="http://www.vidopa.com/video/QOGdXHiYS6I__ESINENGINBANAELLERINIVER1973.html">http://www.vidopa.com/video/QOGdXHiYS6I__ESINENGINBANAELLERINIVER1973.html

Ozan A.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Fritz Schramma

1947 Köln dogumlu olan Schramma, felsefe ogretmenligi ve okul mudurlugunun ardindan 1999 yilinda Köln Büyüksehir Belediye Baskanligi’ni ustlendi.

Muhafazakar CDU partisine bagli oldugu halde yabancilar ve gocmenlerle arasi epeyce iyi. Oglu Stefan‘in 2001 yilinda (32 yasindayken) , araba yarisi yapan bir Turk‘un aracin kontrolunu kaybetmesi uzerine (kaldirimda yururken) ezilerek olmesi dahi bu iliskiyi zedeleyemedi.

Schramma’nin gocmenlere yonelik anlayis ve destek politikasi kendi partisi ve irkci kesim tarafindan kinansa da adam bildigi yoldan sasmiyor. Son cikisi, Köln sehrinde yapilmasi planlanan ve Pro-Köln orgutune bagli gocmen dusmanlarinin siddetle karsi ciktigi yeni cami konusunda parti meclisinde „Bu cami oyle veya boyle gelecek. Bugun gorusmemiz gereken konu, bizim rizamizla mi, yoksa bize ragmen mi gelecegidir“ ifadesiydi.

Onemli detay: Almanya’da ve elbette Köln’de halen irili ufakli bircok cami var. Bu son caminin minare boyuyla baslayan populist tartisma, bir yahudi yazarin „Kur’an’i okudum, bu dinden muspet bir sey cikmaz“ demesiyle iyice futbol maci havasina burundu. (Yahudi kimligi Almanya’da onemli. Ulkenin dorduncu buyuk partisi FDP‘nin ikinci baskani J. Möllemann, Israil’in Filistin politikasini elestiren bir Turk’u partiye aldiktan sonra, medyada sahsina yonelik amansiz bir yolsuzluk dosyasi ortaya cikti. Surec devam ederken, hobisi parasutle atlamak olan politikaci gunun birinde parasutu acilmayinca yere cakilarak oldu.)

Gocmenler de elbette Schramma’nin bu dostane yaklasiminin bilincinde. Solingen katliaminda yanarak olen Genc ailesi uyelerinin anisina, (gocmen kesimce) toplumlar arasinda dostane iliskilere katkida bulunan kisilere verilmek uzere 2008 yilinda baslatilan Genc Kardeslik Odulu ilk olarak Schramma’ya verildi.

Dogma buyume Köln’lü olan, Köln’deki spor, sanat, politika odakli her aktivitenin bir yerinde, sehrin belli basli tum derneklerinin yonetim kurulunda, kisaca Köln’de her tasin altinda ismine rastlanabilen Schramma temiz kalpli, ilkeli, namuslu biri olabilir mi? Sistemin bu denli gobeginde olup ari kalmak olasi mi? Bilemiyorum. Sunu biliyorum ama: Gocmenlerden nefret eden ve cok guclu olan bircok ismin karsisinda Schramma pala biyigiyla bir heykel gibi dimdik ayakta, gururumuz.

Adolf‘u kara buyuye kaptiran Alman ulusunun beyaz buyu rovansi Fritz olamaz mi yani? Hayali bile guzel anasini satayim…

S von T

14 Temmuz 2008 Pazartesi

The man is clear in his mind.. but his soul is mad.


--APOCALYPSE NOW--
Vietnam konulu en ucuk film. Doors‘un „The End“ sarkisiyla basliyor, daha ne diyim?

Filmin bircok esin kaynagi var: Joseph Conrad’in Karanligin Yuregi adli, Afrika ormaninda gecen romani; Herzog’un Guney Amerika ormaninda gecen, benim Turkcemize Allah’in Cezasi Aguirre diye cevirmek istedigim, Aguirre, Tanri’nin Gazabi filmi; Guneydogu Asya ormaninda Vietnam Savasi’nda yasanan turlu sapikliklar, efsaneler, kezberenler ve asla kezbermeyecek kadar hasta kimlikler...

Amerikan ordusuna bagli iki karakter merkezde: kafayi yemis ama halen sisteme dahil olan bir yuzbasinin, kafayi yemis ve sistemden kopmus bir albayi balta girmemis bir cehennemde bulup imha etmekle gorevlendirilisi mevzu. Albay ordudan kacarak ormanda yerliler arasinda bir beylik kurmus, fittirmistir. Varligi Amerikan varligina armagan olmaktan cikmis, kiymik olmustur coktan. Yuzbasinin Kambocya ormaninin derinliklerine yolculugu da ayni zamanda insan irade ve izaninin sinirlarina bir yolculuktur.

Ufak bir detay: bazi seyler hic degismiyor: filmden bir replik: You Americans, you are fighting for the biggest nothing in the world.

Bu dev yapit aileyle seyredilecek bir sey degil. Kesinlikle alkolle alinmasi gereken, insafsiz bir film. Sanki Allah senaryodaki herkesin belasini vermis. Cevirenin de, oynayanin da, seyredenin de… baska bir filme gonul vermesi zor.

Sinemayla, sosyolojiyle, edebiyatla suncacik ilgiliyim diyen beserin dunya degistirmeden en az bir, en fazla uc kere gormesinde fayda olsa gerek.

S von T

5 Temmuz 2008 Cumartesi

M.C.Rumi


Ey Kezberenler!


Serkan'ın yüklediği görev ağır, yardımsız olmaz. Ben de Merhum Hocam Rahmetli Cinuçen Tanrıkorur'dan öğrendiğim kadarını, yine onun kelimeleri ile sizlere naçizane kendi eklemelerimle aktarmaya çalışacağım.


Konu Mevlana olduğunda anlatılacak, öğrenilecek o kadar çok şey var ki, dünyanın yarısı Kezberen bezminde birleşse ve çalışsa buna ömürler/imiz yetmez…



Mevlana Celaleddin-i Rum-i ; İslamın yetiştirdiği en büyük mutasavvıflardan biri ve dinimize dünya çapındaki hizmeti gözönüne alınacak olursa belki de en büyüğü olan, bilginler şahı (sultanü'l—'ulema) Bahaeddin Veled'in oğlu Muhammed Celaleddin (Belh 1207—Konya 1273), biri 'efendimiz' anlamında 'Mevlana', öbürü 'Anadolulu' anlamında 'Rumi' olarak iki sıfatla anılır. Çok eski bir Türk (Şaman) geleneği olup X. yy.da Ahmed Yesevi Hz.nin geliştirdiği sema'ı, musiki ile birlikte toplu ibadetin ayrılmaz parçası haline getiren ve hudutsuz müsamahaya dayalı dünya görüşüyle, yalnız Türklerin ve müslümanların değil, bütün insanlığın manevi sevgilisi olmuştur. Bütün söyledikleri, hikayeler ve gazeller şeklinde, Kur'an—ı Kerim'in şerhinden ve Resulullah (s.a.s.) aşkından ibarettir. Bunun için de, şeriat ve tasavvufuyla İslamı bütün olarak kavramadan, "sol ayağım direk gibi şeriata çakılı, sağ ayağımla 18 bin alemi devrederim" diyen Mevlana'yı anlamak mümkün değildir. [Sema esnasında yerle teması kesmeden sola doğru döndürülen sol ayağa 'direk', havadaki sağ elin de yardımıyla vücudu sola döndüren havadaki sağ ayağa 'çark' denir; ism—i celalin 'AL—' hecesiyle kalkan sağ ayak, 'LAH' hecesiyle çarkı tamamlamış olarak yere basar. Hafi (sessiz, içten) olarak yapılan Mevlevi zikri bu sebeple, musiki eşliğinde kıyami (ayakta) ve devrani (dönerek yapılan) bir zikir türüdür]. Hz. Yunus'un (k.s.) XIII. yy. Anadolu Türkçesiyle yaptığı işi, o, çocukken öğrendiği (İslami kültür dairesinin ortak kültür dili olan) Farsça ile yapmış ve bu dilden yapılan tercümeler sayesinde doğudan batıya değişik kültürler tarafından tanınmıştır. Bizim bir Gölpınarlı'mızla (1900—1982) bir Şefik Can'ımıza (doğ. 1910) karşılık (Allah onlardan razı olsun), ömürlerini Hz. Mevlana'yı tanımak ve dünyaya tanıtmak uğrunda harcamış olan İngiliz alimleri Reynold A. Nicholson (1868—1945) ve Arthur J. Arberry (1905—1964), Fransız Eva de Vitray—Meyerovitch'le Alman Prof. Annemarie Schimmel (doğ. 1922), dünya durdukça saygı ve hayranlıkla anılacak Mevlana (dolayısıyle İslamiyet) aşıklarıdır.

Türkçedeki karşılığı, ses uyumu kuralı gereğince —cilik, —cılık, —culuk, —cülük, —çülük olan —izm'ler, siyasi veya iktisadi doktrinlerin kısaltılmış adıdır (devrim—cilik, ırk—çılık, ülkü—cülük, milliyet—çilik, Mao—culuk, Atatürk—çülük gibi). Ne var ki, siyasi— iktisadi düşünce sistemlerinin doktrinleşmesi ne kadar tabii ise, sanat ve inanç konularının doktrinleşmesi o kadar gayrıtabii ve amaçdışı'dır. Nitekim, evliyaullahdan hiçbir büyük zat (ne Yesevi, ne Rifai, ne Geylani, ne Mevlana, ne Nakşbend, ne de Halveti) inancının yansıması olan yaşama tarzını sistemli bir ekol veya doktrin haline getirmemiş, kısaca kendi tarikatini kurmamıştır. Tarikatleri kuranlar, o büyüklerin yolundan giden müridler, yani —ci'lerdir (Mevleviliğin Hz. Mevlana tarafından değil, oğlu Sultan Veled tarafından kurulduğu ve Mevlevilere önceleri 'Mevlanai'=Mevlanacı dendiği gibi). Bu yüzden, dindarlıkla dincilik (yani doktrincilik) arasında nasıl hiçbir ilgi yoksa, kendilerine — hele bugün— Mevlevi diyenlerle Hz. Mevlana ve anlatmak istedikleri arasında bir bağ kurabilmek de aynı şekilde mümkün değildir. Mevleviliğin birinci şartı, Kur'an—ı Kerim'i aslından okuyup hiç olmazsa bir bölümünün mealini verebilecek kadar iyi Arapça, Mevlana'nın eserlerini aslından okuyup kendi diline çevirebilecek kadar iyi Farsça bilmek ve çile (yani 1001 günlük tekke eğitimi) bugün mümkün olmadığına göre, en azından sema çıkarmış olmaktır.

Bırakın Arapça ve Farsçayı, biz 70 yıldır çocuklarımıza anadilleri olan Türkçeyi bile var gücümüzle unutturmaya çalışıyoruz (bu söylediklerim size abartmalı gibi geliyorsa, 40—50 yıllık öğretmenlerle biraz görüşün, yeter). Bu durumda, bugün Mevlana Anma Töreni adı altında yapılan turistik panayır gösterileriyle, çevrenizde (yurtiçinde ve dışında) gördüğünüz vakıf adlı kuruluşların sema gösterileri, adı zaten gösteri (yani show) olan ticari amaçlı istismardan başka bir şey olmamaktadır. Ben mevleviyim diyebilmek için (ki hiçbir gerçek mevlevi bunu söyleyemez, söylüyorsa bilin ki değildir!), Mevlana'nın bir tür ibadeti olan semasını gösteriye çevirip tiyatro kumpanyaları gibi turneye götürmek yerine, eserlerini bugünkü yazı ve dile çevirip (veya bunun imkanlarını arayıp) —başta gençler olmak üzere— mümkün olan en geniş kitlelerce anlaşılmasını sağlamak gerekir. Boynuna kravatı, başına fötr şapkayı takınca batılı oluverdiğini zannetmek ne kadar gülünçse, başına sikke—i şerifi giyip sağ eli sol göğsünde gelene geçene baş kesip selam verince mevlevi oluverdiğini zannetmek de o kadar gülünçtür. ..

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
Bizim dergahımız, umitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...

Diyen Mevlananın şu sözü asla unutulmamalıdı r;

Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim
Ben Hz.Muhammed'in ayağının tozuyum
Biri benden bundan başkasını naklederse
Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikayetçiyim.. .

Onu anlamak adına benim pek değer verdiğim bir sözü ile yazımızı noktalayalım, zira konu Mevlana oldukça kelam bitmez...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir. ..

Pür Hata Evren....

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Le Prisonnier


60'li yillarda Ingiltere'de ortaya cikan, tum zamanlarin en fantastik dizisi. Yaratim ve basrolde Patrick McGoohan cikiyor karsimiza. 1928 dogumlu McGoohan halen hayatta ve mesela Braveheart filminde "Iskocya'nin sorunu Iskoc kaynamasi" diyen, filmin sonunda oksurerek geberen Ingiltere krali rolunu basariyla canlandirmis, hedeflenen tiksintiyi uyandirmisti. Cunku o bir aktor. Ne kadar mi aktor? Bond rolunu reddedecek kadar. Evet, dunyanin civisinin ciktigi 60'li yillarda Bond rolunu fazla maco bularak reddeden McGoohan ilerde bu kararindan pisman olmus muydu? Pek sanmiyorum.

17 bolumluk bu dizinin konusu, Ingiliz gizli servisinden istifa ettikten sonra bayiltilarak, bir acik hava hapishanesi gorevi goren fantastik bir koye ("Village") birakilan ilkeli bir ajanin bu mekandan kacma cabalari. Village, icinde yasayanlarin bir kisminin tutsak, cogunlugununsa gardiyan oldugu, ancak herkesin bir numarayla anildigi, nerede oldugu belirsiz bir kabus ortami. Nitekim bizim ajana 6 numara oldugu soylenir. 2 numaraya kadar herkes alenidir, 1 numaranin kimligi ve bu orgutun kimin tarafinda oldugu belirsizdir. Kahramanimizdan istenen bilgi, istifa sebebidir, ancak o kendini desifre etmeyen bir kaynaga bunu aciklamayi reddeder. 17 bolum boyunca turlu hayinliklerle, ki buna beyin yikama dahildir, sirri ortaya cikarmaya cabalarlar ama bizimkinin inadi inat. Ajan kiymetlidir, o yuzden asiri fiziki / mental siddet uygulamaktan kacinilir. Sonucta orgut coker.

Dizide fantastik unsurlarin haddi hesabi yoktur. Bunlarin icinde kablosuz telefon gibi, o zamanlar yok deve denen, ancak bugun herkesin sahip oldugu bir unsurun yaninda, insanlarin koyden kacmasini engelleyen insan yutan buyuk beyaz balon gibi seytanin aklina gelmeyecek bir icat da vardir. Bu icadin adi Rover'dir. Rover, aslinda bir meteoroloji balonu. Koyden biri kacmak isteyince denizin dibinde bir Rover atesleniyor, bu Rover kacagin ustune giderek onu icine aliyor ve bayiltiyor. Sanirim ayildiktan sonra bas agrisi da yapiyor. Ayrica ornegin dizinin 3 bolumu Alman tv'sinde yayinlanmiyor, cunku beyin yikama, halusinojenik ilaclar, ruya kontrolu, kimlik hirsizligi vb. konular genel adabi sarsici nitelikte goruluyor.

Dizinin tamamini modern cagin ve insani zaaflarin bir elestirisi olarak gormek mumkun. Demokrasinin ornegin ne berbat sonuclara yol actigini da bir bolumde gorebiliyoruz. Koyden kacisin imkansizligiyla vurgulanan mesaj sudur: Ozgurluk bir mittir, hikayedir. Dizi bu bakimdan ornegin bizim Anadolu'daki "Murat yalan, olum gercek" teziyle paralellik sergiliyor.

Prisoner yayinlandigi donemde o kadar ilgi cekmis ki, dizinin sonunu merak eden izleyiciler diziyi yayinlayan ITV kanali uzerinden yapimciya baski yapmislar, hatta dizi istedikleri gibi kahramanca bir edayla bitmeyince McGoohan'a Ingiltere'yi terketmesi mesajini veren telefonlar acmislar. Olum tehdidi bile almis adamcagiz. Isin tatli yani, bu baskilar olusurken dizinin sonu belli degilmis, yani McGoohan inadina anti-Hollywood bitirmis diziyi. Ayni 6 numaranin inadi gibi. Kahramaniniza cakiym, demis. Ver o mubarek elini opeyim demez misin Kaliforniya' da yolda gorsen?

Dizide basta 2 numara olmak uzere bircok oyuncu bolumden bolume degisiyor, ancak bizim 6 numara ile birlikte her bolumde yer alan muthis tiplemeler var. Bunlarin basinda "usak" Angelo Muscat geliyor. "Usak" 17 bolumde tek kelime etmeyen tek sahis. Boyu da 1.30. Allah rahmet eylesin, genc olmus.

Dizinin muhtesem bir jenerigi ve jenerik muzigi var. Bunun yaninda Iron Maiden da diziden etkilenerek 2 sarki yapmis: The Number of the Beast albumunden "The Prisoner" sarkisi ile Powerslave albumunden "Back in the Village". Her ikisi icin McGoohan'dan sahsi izin alinmis tabii.

Bugun The Prisoner'in anisini senin benim yanimizda 1977 yilinda kurulan bir diger adi Six of One olan Prisoner Appreciation Society adli bir fan klubu yasatiyor. Boyle bir dizi cevrilmedi, bir daha da cevrilemez. Inek Saban filminin efsanevi mafyamsi klup baskani rolundeki Dincer Cekmez'in tabiriyle: "O kadarrrr"...

SerkanT