24 Temmuz 2008 Perşembe

Yesilbulan

1894 yilinda Sivas’in Sarkisla ilcesi Sivrialan koyunde dunyaya gozlerini acan Asik Veysel Satiroglu, gunumuzuden 35 yil, ben dogmadan 3,5 ay once, zaten gormeyen gozlerini fani aleme de kapatti.

Veysel’in cilesi, asirlardir cefanin, yoklugun, zulmun eksik olmadigi Anadolu topraginda yeseren sayisiz anonim kahrin yaninda, ismini bulmus, dostlarin hatirladigi ve daima hatirlatacagi bir yasam oykusudur.

O dogmadan iki ablasini calan cicek hastaligi, Veysel 7 yasina gelince gozlerinin isigini almak uzere geri doner. Sadece kirmizi rengi hatirlar, en son kani gordugu icin belki de. Bir de yesili eliyle buldugu aktarilir.

Kor olduktan iki yil sonra teselli babinda biricik sevdasina, baglamasina kavusan Veysel, „olma“nin bedelinden habersizdir henuz.Abisi ve arkadaslari cepheye gidince yalnizlik yakasina yapisir. Yardima muhtac olusu yuzunden uzak bir akrabasi ile evlendirilir, bir oglu olur. Dogumdan on gun sonra oglunu, daha sonra anne ve babasini kaybeder.

Gun gelir, bir de kizi olur. Kizi 6 aylikken karisi Veysel‘i hasta yataginda birakip, ev isine yardimci olmasi icin yanlarina aldiklari azapla kacar. Iki sene sonra da kizini alir elinden hayat.

Boylesi bir bedel ancak sazin sozun destegiyle odenebilir. Ari Turkcesi ile Alevi kimliginin de mutlaka etkisi altinda, dunyanin fani, muradin yalan, Takdir-i Ilahi karsisinda insanin aciz oldugunu okur durur.

Ifadede yalin, manada agir misralari ve cefa yuklu ezgilerinin sirrini Koy Enstituleri’nde ogrencileri ile bir nebze paylasan Veysel, Anadolu’ya has asik geleneginin son buyuk kalesi sayilir.

Yakinlarina gore Asik Veysel’in baslica iki ukdesi askere alinmamis olmak ve Kemal Pasa ile tanisamamis olmaktir. Gerisine katlanilir: Istanbul’da gozlerinin acilmasi teklifini reddeder, sebebi sorulunca, „Simdiye kadar kafamda bir yuva kurmusum. Gozum acilirsa, o yuva dagilir” cevabini verir.

Veysel’e gelecek nesillere vasiyetini sormuslar. Azim, demis. Nitekim ilk evliligindeki bahtsizligindan yilmayan ozan ikinci evliliginde sicak ve kalabalik bir yuvaya kavusmus. Kavusmus amma, sadik yarini kara toprak ilan eden asik, aradigi dert ehlini baska bir yuvada bulmus olsa gerek:

Veysel'in derdine bulunmaz çare
Etseler vücudun hem pare pare
Bir arzuhal sundum hakiki yare
O yar gelip yaralarım saracak

En guzel turkusune „Sen bir ceylan olsan, ben de bir avci“ diyerek baslar Veysel.
Ceylan kendisidir aslinda, avci da iste o hakiki yar.Kemal Pasa’ya ve hakiki yare kavustugun kara topragin bol olsun Yesilbulan…

SerkanT

20 Temmuz 2008 Pazar

“Beklenen Şarkı” / “Bana ellerini ver”

Kaybeden Büyükler : Türk sinemasının ve müziğinin dönenceleri..

1-Sonku Film Olayı
“Cahide Sonku (1916 - 1981) Tiyatro ve sinema oyuncusu Sonku, Türk sinemasının ilk kadın “yıldız”ı olmuştur. Yemen’de Sana’da doğdu, 18 Mart 1981’de İstanbul’da öldü. Tiyatroya halkevlerinin temsil kollarında başladı. İstanbul Belediye Konservatuvarı’na devam etti. 1932’de Şehir Tiyatrosu’na figüran-stajyer olarak girdi. 1933’te Yedi Köyün Zeynebi’nde sahneye çıktı. Aynı yıl Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘Söz Bir Allah Bir’ filmiyle sinemaya geçti. 1934’te çevrilen ‘Bataklı Damın Kızı Aysel’deki rolüyle ün yaptı. 1937’de Talat Artemel ile evlendi. Arka arkaya Shaw, Tolstoy, Shakespeare, Çehov gibi yazarların oyunlarında rol alarak şehir tiyatrosunun önde gelen kadın oyuncularından biri oldu. 1949’da ‘Fedakâr Ana’ filmiyle yönetmenliğe başladı. 1950’de ününün doruğundayken kendi adıyla Sonku Film Şirketi’ni kurdu.” Ününün doruğunda 34 yaşında bir aktristin böyle bir yaklaşımının dünyada örneği yoktur. Devam ediyoruz.

“Bu şirket adına 1951’de Talat Artemel ve S. Ayanoğlu ile birlikte Vatan ve Namık Kemal’i yönetti. Film Yıldız dergisinin o yıl açtığı soruşturmada en iyi film, Sonku da bu filmdeki rolüyle en iyi kadın oyuncu seçildi. 1954’te Sonku’nun yönettiği ve Zeki Müren’in ilk kamera karşısına çıktığı ‘Beklenen Şarkı’ filmi, hasılat rekorları kırdı.”

Sanat güneşini ikna ederek o enfes filmi yaptı. Emsalsiz bir filmdir.

“Bu filmden kısa bir süre sonra çıkan bir yangında şirketin filmlerinin çoğu yanınca Sonku bütün servetini yitirdi,” Gerisi malum. Büyük bir çöküş .

Bu ilk ve son daşşaklı yapımcının çöküşüyle maalesef Türker İnanoğlu dönemi galip geliyor ve Türk sineması bugüne evriliyor. Tıplı George w' a karşı al gore’un yada Tayyibe karşı zülfünün kaybedişleri gibi..

Rahmetli Kenan Pars’ın son roportajında dediği gibi.. ‘ Türk sinemasının şansızlığı warnerlar gibi, MGM gibi büyük entelektüel ileryi gören yapımcılara sahip olamadı. Hep tüccarlar girdi işe. Yapımcılar biraz entelektüel olasaydı Türk sineamsı çok başka olurdu. Olmadı”

http://www.vidopa.com/video/VpznVGzkvIs__zekimürenbeklenensarki.html






2- Esin Engin, Özdemir Erdoğan ve Modern Folk Üçlüsü . Yıkılış:

Türk Pop müziğinde bu 3 büyük dev 1975 yılında arzı endam eden birine kafa tutamadı. Bu birinin adı Sezen Aksudur. 1977 yılında çıkan Allahaısmarladık albümü ile –adı ile manidar bir albüm- türk pop müziği sezen aksu ve füruüunun kanalına girmiş oldu . Giriş ki ne giriş.. O kanalda ne ilhan irem ne Tanju Okan varolabildi. Çok farklı olabilirdi.


Bunu sözlerle anlatmak yerine “bana ellerini ver” şarkısının armonik yapısına dikkat etmek yeterli olacaktır. Dinleyene kaybedilen birikimi ve o altın dönemi anlatacaktır. Bu şarkı bir sanat patlamasıdır. Yazık oldu.

href="http://www.vidopa.com/video/QOGdXHiYS6I__ESINENGINBANAELLERINIVER1973.html">http://www.vidopa.com/video/QOGdXHiYS6I__ESINENGINBANAELLERINIVER1973.html

Ozan A.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Fritz Schramma

1947 Köln dogumlu olan Schramma, felsefe ogretmenligi ve okul mudurlugunun ardindan 1999 yilinda Köln Büyüksehir Belediye Baskanligi’ni ustlendi.

Muhafazakar CDU partisine bagli oldugu halde yabancilar ve gocmenlerle arasi epeyce iyi. Oglu Stefan‘in 2001 yilinda (32 yasindayken) , araba yarisi yapan bir Turk‘un aracin kontrolunu kaybetmesi uzerine (kaldirimda yururken) ezilerek olmesi dahi bu iliskiyi zedeleyemedi.

Schramma’nin gocmenlere yonelik anlayis ve destek politikasi kendi partisi ve irkci kesim tarafindan kinansa da adam bildigi yoldan sasmiyor. Son cikisi, Köln sehrinde yapilmasi planlanan ve Pro-Köln orgutune bagli gocmen dusmanlarinin siddetle karsi ciktigi yeni cami konusunda parti meclisinde „Bu cami oyle veya boyle gelecek. Bugun gorusmemiz gereken konu, bizim rizamizla mi, yoksa bize ragmen mi gelecegidir“ ifadesiydi.

Onemli detay: Almanya’da ve elbette Köln’de halen irili ufakli bircok cami var. Bu son caminin minare boyuyla baslayan populist tartisma, bir yahudi yazarin „Kur’an’i okudum, bu dinden muspet bir sey cikmaz“ demesiyle iyice futbol maci havasina burundu. (Yahudi kimligi Almanya’da onemli. Ulkenin dorduncu buyuk partisi FDP‘nin ikinci baskani J. Möllemann, Israil’in Filistin politikasini elestiren bir Turk’u partiye aldiktan sonra, medyada sahsina yonelik amansiz bir yolsuzluk dosyasi ortaya cikti. Surec devam ederken, hobisi parasutle atlamak olan politikaci gunun birinde parasutu acilmayinca yere cakilarak oldu.)

Gocmenler de elbette Schramma’nin bu dostane yaklasiminin bilincinde. Solingen katliaminda yanarak olen Genc ailesi uyelerinin anisina, (gocmen kesimce) toplumlar arasinda dostane iliskilere katkida bulunan kisilere verilmek uzere 2008 yilinda baslatilan Genc Kardeslik Odulu ilk olarak Schramma’ya verildi.

Dogma buyume Köln’lü olan, Köln’deki spor, sanat, politika odakli her aktivitenin bir yerinde, sehrin belli basli tum derneklerinin yonetim kurulunda, kisaca Köln’de her tasin altinda ismine rastlanabilen Schramma temiz kalpli, ilkeli, namuslu biri olabilir mi? Sistemin bu denli gobeginde olup ari kalmak olasi mi? Bilemiyorum. Sunu biliyorum ama: Gocmenlerden nefret eden ve cok guclu olan bircok ismin karsisinda Schramma pala biyigiyla bir heykel gibi dimdik ayakta, gururumuz.

Adolf‘u kara buyuye kaptiran Alman ulusunun beyaz buyu rovansi Fritz olamaz mi yani? Hayali bile guzel anasini satayim…

S von T

14 Temmuz 2008 Pazartesi

The man is clear in his mind.. but his soul is mad.


--APOCALYPSE NOW--
Vietnam konulu en ucuk film. Doors‘un „The End“ sarkisiyla basliyor, daha ne diyim?

Filmin bircok esin kaynagi var: Joseph Conrad’in Karanligin Yuregi adli, Afrika ormaninda gecen romani; Herzog’un Guney Amerika ormaninda gecen, benim Turkcemize Allah’in Cezasi Aguirre diye cevirmek istedigim, Aguirre, Tanri’nin Gazabi filmi; Guneydogu Asya ormaninda Vietnam Savasi’nda yasanan turlu sapikliklar, efsaneler, kezberenler ve asla kezbermeyecek kadar hasta kimlikler...

Amerikan ordusuna bagli iki karakter merkezde: kafayi yemis ama halen sisteme dahil olan bir yuzbasinin, kafayi yemis ve sistemden kopmus bir albayi balta girmemis bir cehennemde bulup imha etmekle gorevlendirilisi mevzu. Albay ordudan kacarak ormanda yerliler arasinda bir beylik kurmus, fittirmistir. Varligi Amerikan varligina armagan olmaktan cikmis, kiymik olmustur coktan. Yuzbasinin Kambocya ormaninin derinliklerine yolculugu da ayni zamanda insan irade ve izaninin sinirlarina bir yolculuktur.

Ufak bir detay: bazi seyler hic degismiyor: filmden bir replik: You Americans, you are fighting for the biggest nothing in the world.

Bu dev yapit aileyle seyredilecek bir sey degil. Kesinlikle alkolle alinmasi gereken, insafsiz bir film. Sanki Allah senaryodaki herkesin belasini vermis. Cevirenin de, oynayanin da, seyredenin de… baska bir filme gonul vermesi zor.

Sinemayla, sosyolojiyle, edebiyatla suncacik ilgiliyim diyen beserin dunya degistirmeden en az bir, en fazla uc kere gormesinde fayda olsa gerek.

S von T

5 Temmuz 2008 Cumartesi

M.C.Rumi


Ey Kezberenler!


Serkan'ın yüklediği görev ağır, yardımsız olmaz. Ben de Merhum Hocam Rahmetli Cinuçen Tanrıkorur'dan öğrendiğim kadarını, yine onun kelimeleri ile sizlere naçizane kendi eklemelerimle aktarmaya çalışacağım.


Konu Mevlana olduğunda anlatılacak, öğrenilecek o kadar çok şey var ki, dünyanın yarısı Kezberen bezminde birleşse ve çalışsa buna ömürler/imiz yetmez…



Mevlana Celaleddin-i Rum-i ; İslamın yetiştirdiği en büyük mutasavvıflardan biri ve dinimize dünya çapındaki hizmeti gözönüne alınacak olursa belki de en büyüğü olan, bilginler şahı (sultanü'l—'ulema) Bahaeddin Veled'in oğlu Muhammed Celaleddin (Belh 1207—Konya 1273), biri 'efendimiz' anlamında 'Mevlana', öbürü 'Anadolulu' anlamında 'Rumi' olarak iki sıfatla anılır. Çok eski bir Türk (Şaman) geleneği olup X. yy.da Ahmed Yesevi Hz.nin geliştirdiği sema'ı, musiki ile birlikte toplu ibadetin ayrılmaz parçası haline getiren ve hudutsuz müsamahaya dayalı dünya görüşüyle, yalnız Türklerin ve müslümanların değil, bütün insanlığın manevi sevgilisi olmuştur. Bütün söyledikleri, hikayeler ve gazeller şeklinde, Kur'an—ı Kerim'in şerhinden ve Resulullah (s.a.s.) aşkından ibarettir. Bunun için de, şeriat ve tasavvufuyla İslamı bütün olarak kavramadan, "sol ayağım direk gibi şeriata çakılı, sağ ayağımla 18 bin alemi devrederim" diyen Mevlana'yı anlamak mümkün değildir. [Sema esnasında yerle teması kesmeden sola doğru döndürülen sol ayağa 'direk', havadaki sağ elin de yardımıyla vücudu sola döndüren havadaki sağ ayağa 'çark' denir; ism—i celalin 'AL—' hecesiyle kalkan sağ ayak, 'LAH' hecesiyle çarkı tamamlamış olarak yere basar. Hafi (sessiz, içten) olarak yapılan Mevlevi zikri bu sebeple, musiki eşliğinde kıyami (ayakta) ve devrani (dönerek yapılan) bir zikir türüdür]. Hz. Yunus'un (k.s.) XIII. yy. Anadolu Türkçesiyle yaptığı işi, o, çocukken öğrendiği (İslami kültür dairesinin ortak kültür dili olan) Farsça ile yapmış ve bu dilden yapılan tercümeler sayesinde doğudan batıya değişik kültürler tarafından tanınmıştır. Bizim bir Gölpınarlı'mızla (1900—1982) bir Şefik Can'ımıza (doğ. 1910) karşılık (Allah onlardan razı olsun), ömürlerini Hz. Mevlana'yı tanımak ve dünyaya tanıtmak uğrunda harcamış olan İngiliz alimleri Reynold A. Nicholson (1868—1945) ve Arthur J. Arberry (1905—1964), Fransız Eva de Vitray—Meyerovitch'le Alman Prof. Annemarie Schimmel (doğ. 1922), dünya durdukça saygı ve hayranlıkla anılacak Mevlana (dolayısıyle İslamiyet) aşıklarıdır.

Türkçedeki karşılığı, ses uyumu kuralı gereğince —cilik, —cılık, —culuk, —cülük, —çülük olan —izm'ler, siyasi veya iktisadi doktrinlerin kısaltılmış adıdır (devrim—cilik, ırk—çılık, ülkü—cülük, milliyet—çilik, Mao—culuk, Atatürk—çülük gibi). Ne var ki, siyasi— iktisadi düşünce sistemlerinin doktrinleşmesi ne kadar tabii ise, sanat ve inanç konularının doktrinleşmesi o kadar gayrıtabii ve amaçdışı'dır. Nitekim, evliyaullahdan hiçbir büyük zat (ne Yesevi, ne Rifai, ne Geylani, ne Mevlana, ne Nakşbend, ne de Halveti) inancının yansıması olan yaşama tarzını sistemli bir ekol veya doktrin haline getirmemiş, kısaca kendi tarikatini kurmamıştır. Tarikatleri kuranlar, o büyüklerin yolundan giden müridler, yani —ci'lerdir (Mevleviliğin Hz. Mevlana tarafından değil, oğlu Sultan Veled tarafından kurulduğu ve Mevlevilere önceleri 'Mevlanai'=Mevlanacı dendiği gibi). Bu yüzden, dindarlıkla dincilik (yani doktrincilik) arasında nasıl hiçbir ilgi yoksa, kendilerine — hele bugün— Mevlevi diyenlerle Hz. Mevlana ve anlatmak istedikleri arasında bir bağ kurabilmek de aynı şekilde mümkün değildir. Mevleviliğin birinci şartı, Kur'an—ı Kerim'i aslından okuyup hiç olmazsa bir bölümünün mealini verebilecek kadar iyi Arapça, Mevlana'nın eserlerini aslından okuyup kendi diline çevirebilecek kadar iyi Farsça bilmek ve çile (yani 1001 günlük tekke eğitimi) bugün mümkün olmadığına göre, en azından sema çıkarmış olmaktır.

Bırakın Arapça ve Farsçayı, biz 70 yıldır çocuklarımıza anadilleri olan Türkçeyi bile var gücümüzle unutturmaya çalışıyoruz (bu söylediklerim size abartmalı gibi geliyorsa, 40—50 yıllık öğretmenlerle biraz görüşün, yeter). Bu durumda, bugün Mevlana Anma Töreni adı altında yapılan turistik panayır gösterileriyle, çevrenizde (yurtiçinde ve dışında) gördüğünüz vakıf adlı kuruluşların sema gösterileri, adı zaten gösteri (yani show) olan ticari amaçlı istismardan başka bir şey olmamaktadır. Ben mevleviyim diyebilmek için (ki hiçbir gerçek mevlevi bunu söyleyemez, söylüyorsa bilin ki değildir!), Mevlana'nın bir tür ibadeti olan semasını gösteriye çevirip tiyatro kumpanyaları gibi turneye götürmek yerine, eserlerini bugünkü yazı ve dile çevirip (veya bunun imkanlarını arayıp) —başta gençler olmak üzere— mümkün olan en geniş kitlelerce anlaşılmasını sağlamak gerekir. Boynuna kravatı, başına fötr şapkayı takınca batılı oluverdiğini zannetmek ne kadar gülünçse, başına sikke—i şerifi giyip sağ eli sol göğsünde gelene geçene baş kesip selam verince mevlevi oluverdiğini zannetmek de o kadar gülünçtür. ..

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
Bizim dergahımız, umitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...

Diyen Mevlananın şu sözü asla unutulmamalıdı r;

Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim
Ben Hz.Muhammed'in ayağının tozuyum
Biri benden bundan başkasını naklederse
Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikayetçiyim.. .

Onu anlamak adına benim pek değer verdiğim bir sözü ile yazımızı noktalayalım, zira konu Mevlana oldukça kelam bitmez...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir. ..

Pür Hata Evren....

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Le Prisonnier


60'li yillarda Ingiltere'de ortaya cikan, tum zamanlarin en fantastik dizisi. Yaratim ve basrolde Patrick McGoohan cikiyor karsimiza. 1928 dogumlu McGoohan halen hayatta ve mesela Braveheart filminde "Iskocya'nin sorunu Iskoc kaynamasi" diyen, filmin sonunda oksurerek geberen Ingiltere krali rolunu basariyla canlandirmis, hedeflenen tiksintiyi uyandirmisti. Cunku o bir aktor. Ne kadar mi aktor? Bond rolunu reddedecek kadar. Evet, dunyanin civisinin ciktigi 60'li yillarda Bond rolunu fazla maco bularak reddeden McGoohan ilerde bu kararindan pisman olmus muydu? Pek sanmiyorum.

17 bolumluk bu dizinin konusu, Ingiliz gizli servisinden istifa ettikten sonra bayiltilarak, bir acik hava hapishanesi gorevi goren fantastik bir koye ("Village") birakilan ilkeli bir ajanin bu mekandan kacma cabalari. Village, icinde yasayanlarin bir kisminin tutsak, cogunlugununsa gardiyan oldugu, ancak herkesin bir numarayla anildigi, nerede oldugu belirsiz bir kabus ortami. Nitekim bizim ajana 6 numara oldugu soylenir. 2 numaraya kadar herkes alenidir, 1 numaranin kimligi ve bu orgutun kimin tarafinda oldugu belirsizdir. Kahramanimizdan istenen bilgi, istifa sebebidir, ancak o kendini desifre etmeyen bir kaynaga bunu aciklamayi reddeder. 17 bolum boyunca turlu hayinliklerle, ki buna beyin yikama dahildir, sirri ortaya cikarmaya cabalarlar ama bizimkinin inadi inat. Ajan kiymetlidir, o yuzden asiri fiziki / mental siddet uygulamaktan kacinilir. Sonucta orgut coker.

Dizide fantastik unsurlarin haddi hesabi yoktur. Bunlarin icinde kablosuz telefon gibi, o zamanlar yok deve denen, ancak bugun herkesin sahip oldugu bir unsurun yaninda, insanlarin koyden kacmasini engelleyen insan yutan buyuk beyaz balon gibi seytanin aklina gelmeyecek bir icat da vardir. Bu icadin adi Rover'dir. Rover, aslinda bir meteoroloji balonu. Koyden biri kacmak isteyince denizin dibinde bir Rover atesleniyor, bu Rover kacagin ustune giderek onu icine aliyor ve bayiltiyor. Sanirim ayildiktan sonra bas agrisi da yapiyor. Ayrica ornegin dizinin 3 bolumu Alman tv'sinde yayinlanmiyor, cunku beyin yikama, halusinojenik ilaclar, ruya kontrolu, kimlik hirsizligi vb. konular genel adabi sarsici nitelikte goruluyor.

Dizinin tamamini modern cagin ve insani zaaflarin bir elestirisi olarak gormek mumkun. Demokrasinin ornegin ne berbat sonuclara yol actigini da bir bolumde gorebiliyoruz. Koyden kacisin imkansizligiyla vurgulanan mesaj sudur: Ozgurluk bir mittir, hikayedir. Dizi bu bakimdan ornegin bizim Anadolu'daki "Murat yalan, olum gercek" teziyle paralellik sergiliyor.

Prisoner yayinlandigi donemde o kadar ilgi cekmis ki, dizinin sonunu merak eden izleyiciler diziyi yayinlayan ITV kanali uzerinden yapimciya baski yapmislar, hatta dizi istedikleri gibi kahramanca bir edayla bitmeyince McGoohan'a Ingiltere'yi terketmesi mesajini veren telefonlar acmislar. Olum tehdidi bile almis adamcagiz. Isin tatli yani, bu baskilar olusurken dizinin sonu belli degilmis, yani McGoohan inadina anti-Hollywood bitirmis diziyi. Ayni 6 numaranin inadi gibi. Kahramaniniza cakiym, demis. Ver o mubarek elini opeyim demez misin Kaliforniya' da yolda gorsen?

Dizide basta 2 numara olmak uzere bircok oyuncu bolumden bolume degisiyor, ancak bizim 6 numara ile birlikte her bolumde yer alan muthis tiplemeler var. Bunlarin basinda "usak" Angelo Muscat geliyor. "Usak" 17 bolumde tek kelime etmeyen tek sahis. Boyu da 1.30. Allah rahmet eylesin, genc olmus.

Dizinin muhtesem bir jenerigi ve jenerik muzigi var. Bunun yaninda Iron Maiden da diziden etkilenerek 2 sarki yapmis: The Number of the Beast albumunden "The Prisoner" sarkisi ile Powerslave albumunden "Back in the Village". Her ikisi icin McGoohan'dan sahsi izin alinmis tabii.

Bugun The Prisoner'in anisini senin benim yanimizda 1977 yilinda kurulan bir diger adi Six of One olan Prisoner Appreciation Society adli bir fan klubu yasatiyor. Boyle bir dizi cevrilmedi, bir daha da cevrilemez. Inek Saban filminin efsanevi mafyamsi klup baskani rolundeki Dincer Cekmez'in tabiriyle: "O kadarrrr"...

SerkanT