3 Aralık 2007 Pazartesi

C de B

Cyrano de Bergerac 17. yy.da yasamis bir oyun yazaridir. Moliere'in kankasidir, cizgisi Jules Verne'e yakindir. Duelloyu sever, hotorof oldugu iddia edilir. Ilginctir ama Edmond Rostand'in meshur ettigi Cyrano de Bergerac kadar ozel bir sahsiyet degildir, ki burada konumuz bu ikincisidir. Bu oyunu/romani guzel Turkce'mize ismi en az Cyrano kadar tuhaf, rahmetli Sabri Esat Siyavusgil kazandirmistir.

Oykudeki Cyrano bakanlari urkutecek derecede uzun burunu yuzunden ziyadesiyle cirkin addedilen, ancak ruhu da bir o kadar guzel, edebiyat yetenegi olaganustu seviyede, romantik bir sersemdir. Bizi belki de en cok ilgilendiren yani, muthis bir kezduren olmasidir. Dikkat edin, Cyrano'nun varligi, kimligi, kezdurmenin vucuda gelmis bir halidir adeta. Nitekim beyazperdede bu rolu oynayan aktorler karakterin gucuyle buyuk alkis almis, Depardieu akillara kazinmis, Ferrer 1950'de Oscar dahi almistir. Steve Martin bile nasibini almistir bu golgeden.

Nedir onu bu denli munhasir kilan? Ben soyleyeyim: Gorevi...

Cyrano kuzeni Roxane'e asiktir. Ancak Roxane baska birine, edebiyattan ve ince duygulardan zerre kadar anlamayan kofti ama yakisikli Christian'a asiktir. Eh Christian da essek degil ya, o da Roxane'e abayi yakar, Cyrano'nun gonlunu kopru olarak kullanmak suretiyle evlenirler. Savas cikinca Cyrano Christian'i kanatlari altina alir, cephede kollar, ordan Roxane'e yazdigi mektuplari Christian'in imzasiyla gonderir. Mektuplarin etkisiyle Roxane cepheye gelir, Christian'a cirkin bir bocuk olsa dahi onu sevecegini soyler. Iste bu Christian'in yikildigi andir. Gercekleri aciklamaya kara verir ama omru buna kifayet etmez, sehit duser. Cyrano olmusun arkasindan konusulmaz dusuncesiyle 15 yil susar, bildigini okumaya devam eder, dunyayla kavga eder de eder. Roxane da bu olum uzerine kendini manastira vermistir. Yillar sonra Cyrano olum doseginde istemeden kendini ele verir. Ayikan Roxane bir kez daha yikilir. "Allahim, zaten bir tek insan sevdimdi, onu da iki defakaybediyorum simdi." der. Demek ki manastira kapaninca acilar ne yapmiyormus, bitmiyormus.Ama bizim icin onemli olan Cyrano. Cyrano'nun biraktigi ders, aslolan asktir, atestir, yanmaktir. Bu kavurucu ateste ne kadar gururlu olursan ol, Cyrano gibi kafana odun duserek olursun, bok yolu mubahtir. Kahir esastir, murat yalandir, daha ne diyeyim. Cyrano'nun olurken soyledigi su sozler ziyadesiyle manidardir:

"Ne haltetmeye girdi alemin gemisine?
Felsefeyi severdi, fizikten de anlardi,
Sairdi, musikide hayli behresi vardi.
Laf altinda kalmazdi, yaman bir silahsordu;
Baskasi hesabina bazen asik olurdu.
Rahmetlinin Cyrano de Bergerac'ti adi;
Her sey olayim derken hic bir sey olamadi!"

Nur icinde yat Cyrano. Seni gidi boyun egmez atesbocegi seni. Yolumuzu aydinlattin Silmaril. Alacagin olsun.

SerkanT

16 Kasım 2007 Cuma

The thing that should not be


Ahmet Uluçay 1954 yılında Kütahya 'nın Tavşanlı
İlçesinin Tepecik köyünde doğdu. Hala Orada ya-
şamaktadır. Tabi o yer orda bir budha doğdunu
hala bilmemektedir. Deha -tüm dünya hariç- hala
köyünce farkedilmiş değildir.

Başlangıçta Ahmet Uluçay vardı. Ve daha önce
Tepecikte hiç birşey yok idi. Ahmet Köylü Babası
tarafndan tüm çocukluğu ve hayatı boyunca aş-
şağılandı ve eziyet gördü. O bu durumu şöyle
açıklar.
"İlk evvek kalemle çizgi çizdim...sonr renkler...ve
şekiller..daaha sonra da o şekilleri hareket et-
tirmek istedim.Hep bunu hayal etmeye başladım.
O hep kızdı. Bizimbeyaz güvercin gene evde
bişeyler çiziyor diye benle alay ederdi."
Aslında bu vaka anadoluda ve gelişmemiş birçok
toplumda çokça yaşanan dahi ve yaratıcı çocuk-
ların bu yönlerinin cehaletle törpülenmesidir. Çün-
kü Çiftçi baba sadece tarlada yada kasabada ve-
ya ilde ilçede çalışacak eve düzenli para getirecek
bir aile ferdi hayal eder. Bir budha değil.
Ahmet Uluçay senaryosunu yazdığı "Karpuz kabu-
ğundan Gemiler Yapmak" adında bir film yapmıştır.
Bu filmi inanılmaz kılan hiçlerini sıralamak
gerekirse ;
-Ahmet Uluçay hiç sinema okuluna gitmedi.Hayatını
kamyoncu muavinliği , mermer ve kaldırım döşeme-
ciliği çiftçilik yaparak kazandı. Köyünden başka hiç
bir yerde çalışmadı.Sadece Anadolu Üniversitesi
Yayını olan"Film Dili Grameri"ni okumuştur.
-Hayatında hiç sinema setinde bulunmadı. Hiç
kamera arkası seyretmedi.
- Başrol Oyuncuları hiç sinemaya gitmemiş köylüsü
gençlerden ouşmaktadır.
Babasını ve kendisini aşağılayan insanlarından
öcünü almakta olduunu söyleyen Uluçay birsonraki
hedefinin Yabancı Oskarını almak olduğunu söyle
mektedir.
Marx devrimi kapitalist dünyanın en ileri halkası
olan ingilterede gerçekleşeceğini öngörmüştü.
Fakat döneminin en ilkel ve zayıf kapitalist ülke-
si olan Rusyada geçekleşti. En bilimsel doktrinle-
rin yanıldığı dünyamızda buzla kaplı bir bozkırda
bir çiçek tohumu buzu kırdı. Ve olmamaması
gereken şey oldu.

Tel - 0274 6532199 / 0542 6043687

OzanA

13 Kasım 2007 Salı

YÜKSEK SECIYELI MUHAFIZLAR


Hayatı biliyoruz da ölüm nasıl aceba, yıllardır şuna hayret ederim ki herkes yaşamak istiyor, hiç kimse ölmek istemiyor ve bu bana hayretler veriyor, biri de çıksın ve tercihimi ölmekten yana kullanmak istiyorum desin, fikir zenginliği, görüş çeşitliliği olsun, ama öyle mi, herkes tek tip, herkes kırk dereden su getiriyor yaşamak için, bu çok ilginç… “Ya intiharı seçenler” demeyin, bahsedilen şey o değil, bir bunalım eseri olarak veya hayattan bıkarak veya başına kötü şeyler geldiği için ölmek isteyenleri kastetmiyorum, benim kastettiğim normal bir insan nasıl yaşamak isterse ölmek de isteyebilmeli, ama hiç böyle biri yok, tanrı bize seçenek sunmamış, normları o belirlemiş ve dolayısıyla normal denilen şey de bu belirlenmişlikten türemiş. Normal ve sağlıklı bir bilincin eseri olarak ölmek isteyen yok, “yaşamak iyi bişey güzel bişey ama ben tercihimi ölmekten yana kullanıyorum” diyen yok, ölmek isteyenlerin hepsi yaşamı bir şekilde kötü bularak ölmek istiyorlar, kimisi para için, aşırı borçlandığı için, kimisi namus için, bunalım sonucu ruhsal bozukluklarını aşamadığı için vs vs vs ölmek istiyor. Kimse normal ve son derece iradi bir tercihin sonucu olarak ölmek istemiyor. Ya ölümün üstüne giden, öleceğini bile bile son derece iradi ve mutluluk dolu bir ruh haliyle ölmek isteyen Islam şehitleri, devrim şehitleri, tarihsel kahramanlar? Onların durumu da farklı değil, onlar dava için ölüyor, onların da sorunu var, düzenle sistemle ilgili sorunları var, onlar sorun giderilsin diye kendilerini feda ediyorlar, ölümü tercih ettikleri için ölmüyorlar, yine yaşamsal bir dayanağa esaret halindeler ve bu esaretin sonucu olarak ölmek istiyorlar, tek farkları daha inançlı ve daha cesaretli olmaları, öfkeli adamlar onlar, öfkeleri onları herkesten cesur yapıyor, velhasılı kastettiğim bunlar da değil. Bu yaşama sevdası öyle bişey ki, adam ölünce tanrısına tanrısal bilince veya sonsuz saadete ulaşacağını biliyor ama yine de ölmek istemiyor. Halbuki düşünüyorum, yaşam sadece bir tercih olabilirdi, ama tanrı bizi yaratırken böyle bir tercih tanımamış, sadece bize değil diğer tüm canlılara, dolayısıyla belki de irade denilen şey aslında hakkaten cüzi irade, tanrınınki ise külli…tanrı demiş ki: kurallar şunlardır hadi buyur yaşa, yani benim çizdiğim çerçevenin dışında düşünmek aklına bile gelmeyecek, senin iradenin sınırı budur işte, sen acizsin ve benim çizdiğim dairenin içinde debeleneceksin ve bunun adına da yaşamak diyeceksin ve hatta bundan zevk alacaksın, benim tarafımdan başlıklar halinde oluşturulmuş ve çizilmiş kategorilerin içerisinde debelenme dışında bir seçeneğin yok. Işte kategorileri çizen külle irade kategorilerin içinde çırpınan, debelenen de cüzi irade… Ve hatta öyle tahmin ediyorum ki bizim veya diğer hayvanatın cüzi iradesi bile yoktur. Bunu henüz keşfetmiş değilim ama determinizme göre benim masamın üstüne konmuş olan bir sineğin havalanması Çindeki bir ağacın yaprağının kımıldamasıyla ilişkili olma potansiyelini içinde taşıyorsa bizim cüzi irademiz bile yoktur, tanrı ince bir usta gibi en küçük atomaltı parçacıklarına kadar sistemi kurmuş ve biz sadece bu işin figuranıyız, yani biz sadece sanalız, bilgisayar oyununun içindeki sanal karakterler gibi, yani biz yokuz, yani cüzi irade bile yok, yani biz yokuz ve tek bişey var, o da toplam bilinç, global sistem. Bunun dışında hiçbir şey yok. God is all and all is god. Ama hayat zevkli, arabaya bin sürat yap, bol bol seviş, acayip güzel yemekler ye, rakını iç, seyahat et, yeni şeyler keşfet, sevdiklerinle bir arada ol, dostlarınla doyulmaz sohbetler yap, çok para kazan muktedir ol, birilerine aşık ol, insanlara hayranlık uyandır seni takdir etsinler keyiflen, ödül versinler onurlan, hayat çok güzel ya, ama tek seçenek mi… Binbir çeşit haz var keyif var, neredeyse intihar eden adamın bile hayatsal bir haz uğruna intihar ettiğine inanmaya çok yakınım. Ama mesele intihar değil, mesele bir seçenek olarak ölümü de gündemine almak, fb gs taraftarlığı gibi, tamamen hür iradenle, Tanrı bize demiş ki “ yaşayacaksın”, ve bunu saç kılımıza kadar bütün organlarımıza adeta bilinç vererek ayrı ayrı işlemiş, bunu değiştiremiyoruz, tanrı bize demiş ki: “yaşayacaksın” Peki ya yaşamak istemezsem, yok öyle, ya da: tamam yaşamak istemeyebilirsin ama bu talebini temellendiren şey ve bu talebine giderkenki çıkış noktan yine yaşamaya dair mülahazalar olacak. Işbu yazımızın ana fikri dikkate alındığında, ortaya konulan sorunun cevabı belki de tanrısal bir cevaptır ve bu cevabı asla bilemeyeceğiz, ama sormak bile bişey değil mi, yoksa sormak kendini tanrıyla eş koşmaya mı denk. Ama hani ben de dahil all is god’dı… 3

Tığ teber şah-ı merdan




Sebebini hiç bilmiyorum Hasan isminin takılmasının.Bilmemin de gerektiðini düşünmüyorum, ve öyle tahminediyorum ki bu bilgiye vakıf olma bu yazınınyazılmasında mütereddit olmayı da getirecekti.Velakin;Etraftaki küçük tepelere aðabeylik taslarcasına,Iki ayaðımı paylaşan iki şehrin tam ortasında,Öyle isabetle taşır ki ismini,Saflaştırır, arılaştırır, haslaştırır her iki şehrinderdini.Diðer ayaðımın bastıðı şehre doðru yol alırken, heriki şehrin her ‘iki milyon’ derdini içine hapsedip,yolun diðer kısmına taşımayı gerektirmeyecek kadarbüyük ve hacimlidir hasan daðı. Tepelerine yaðan karınaðırlıðından dolayı kimi zaman boyu küçülmüş veuzansan dokunabilecekmiş sin gibi gelir yoldangeçenlere. Bu görüntü ile insanlaşır kişiselleşir.Artık vaziyetini ve kaderini ses etmeden kabullenensönmüş bir volkandır o. Yanından geçenin sürükleyipgötüresi gelir gittiði şehre.Görüntüsü ders almayı bilenler için bir kehanettir,ama o görüntü ki gecenin karanlıðında yiter, bakangözler için bir ihanettir. Tam da A.Ilhan’ın dediðigibi “ihanete gece müthiş bir gerekçedir”.Tüm bunlardan daha çarpıcı olmak üzere, karla kaplıbitişik iki tepesi, küçücük, 6 yıllık sonsuz yaşındakiaslanım ile benim el ele fotoðrafımızdır. Biriayrılıðın diðeri kavuşmanın iki ayrı fotoðrafı, yoluniki cenahından iki ayrı manzara,Velhasılı, kezduren gözlerin sembolleştirdið i resimsinsen bre hasan…5

stivin verdigi ders


Steven Tyler, Aerosmith grubunun solistidir ve „Arwen“ Liv Tyler’in babasıdır. Nasıl!!

Önce bu şahısları biraz daha yakından tanıyalım. Steven Tyler, gruptan Joe Perry ile birlikte uyuşturucuya düşkünlüğü sebebiyle Toksik İkizler olarak anılır. Eskiden sahneye Jack Daniel’s şişesiyle çıkarmış. Bildiğimiz hayvanlaşan rokçulardan yani, ki onlar çok tatlıdır. Liv ise bir peri midir, yoksa insan mıdır? Sorunun cevabı One Night at McCool’s filminde net olarak ortaya konmuştur. Her ikisi de müstesna ruhlardır, ancak aralarındaki ilişki Dorian Gray’in tablosunu andırır.

Dünyanın gelmiş geçmiş en çirkin solisti Tyler, baba tarafından İtalyan ve Alman, anne tarafındansa Rus ve Cherokee kanı taşır. 28 yaşındayken evlilik dışı bir ilişki yaşadığı 1974 Playboy güzeli Bebe Buell’i hamile bırakmıştır (Bu ilişkinin meyvesi Liv, ki o Cherokee kanı payıyla annesinden de güzeldir, babasının kim olduğunu 11 yaşında öğrenmiştir). Steven o kocaman ağzına rağmen bunu nasıl yapmış, dünyadaki tüm koca ağızlılara nasıl umut aşılayacak bir noktaya gelmiştir? Sesiyle...

1970’te kurulan Aerosmith grubu Walk This Way şarkısıyla 1975’te şöhreti yakalamış, sonra uyuşturucudan kafayı kaldıramamış, muhteşem geri dönüşünü aynı şarkıyı 1986’da Run DMC adlı rap grubuyla seslendirmesiyle imzalamıştır. Bu şarkının klibi de aynı zamanda çığır açmıştır. Hani var ya böğürerek duvarı deliyor, öbür tarafta zenciler var, dediniz mi, herkes bilir. En iyi şarkıları 1989 tarihli Janie’s Got a Gun olabilir. Tyler, sesini bu şarkıda da sakınmamıştır.

Liv Tyler’ın aziz varlığı bize şu mesajı verir: Her gün aynaya bakıp kendine lanet okuyor olabilirsin. Ama yine de içinde, belki yüreğinde, belki DNA şifrende, belki de alınyazında yine de tarifsiz bir güzellik saklı olabilir. Ve o güzellik bir gün serpilip gerçek olabilir. Ne olursan ol, kendinden insafı esirgeme. Ve az iç.

31 Ekim 2007 Çarşamba

Cybill Shepherd ın güzelliğinin altında yatan sebep



Cybill Shepherd ın güzelliği zamanında amerıkanın tenesi eyaleti güzeli olamsından gelmiyordu. Mavi aydakı anaç doğurmaya hazır halınden yada yellow rose dızısındekı çıftlık yavrusu halınden de gelmıyordu. Nerden gelıyordu pekı?.

Uzun süredır, hala 3.favorım olan cybıll shepherd ın güzellığının karakterlı burnundan geldığını düşünürdüm. Taa kı bakışındakı bakana “sana Allahtan bır mesajım var”anlamını okuyuncaya kadar. Cybıll shepherd maşuk'tu. Brus vılıs ve dıerlerı de aşıktı. Cybıll shepherd ın bakışlarında “ey avama karşı da havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benımgıbı öl kı kurtulasın.” Mısralarını Okumak zor değıldı. öldüren bakışlar bunlardı. Günü düğün gününe çeviren bakışlar. Mahsun kırmızıgülün sarışın tutkusunu, tıpk ıİsveçlılerın esmer tutkusu gıbı açıklamak zor değıldır. Fakat bana ne oluyordu da cybıll shepherd'e meylettiriyordu beni bu bakışlar. Kırlangıçların hasta yavrularını yuvalarından atmaları gıbı cybıll süreklı yuvasından atıyordu beni bu bakışlarla.. attıkça onaaşkım katlanarak tutkuyla artıyordu. Ne oluyordu?
Gerçek bakan ınsanlar vardır. Çok gerçek bakarlar. Buverılmış bır hedıyedır ınsana. Yanı tekamül düzeyıylebunu açıklamakta zorlanıyorum . zıra cybıll shepherddan sonra en gerçek bakan kışı ısmını şımdı veremeyeceğım gayet alçak bırıydı. Bu özellık, gözü bır lens katmanları bütünü olarak düşünürsek, kışıyeye tesdüfen ıyı lenslerın genetık aktarımla ıntıkal etmış olmasıdır aslında. O kadar. Bunu bılıyorum bılıyorum da .. insan bılmek ıstemıyor ışte.. osman bölükbaşı’na sormuşlar bıldığınız devlet sırlarından açıklayacaklarınız, hatırlayabildikleriniz var mı diye bir röportajda.. oda “ben bıldıklerımı unutmaya çalışıyorum” demış.
Bu kadeh senın şerefıne Cybıll'ım.

OzanA.

29 Ekim 2007 Pazartesi

orion



Orion (AvcıTakımyıldızı), Gökyüzünde hem güney hem de kuzey yarıküresinde bulunan ve bu sayede tüm dünyadan görülebilen, oldukça parlak yıldızlardan oluşan dolayısıyla da kolay bulunabilen takım yıldız. Avcının belırgın Şekli dört belırgin yıldızdan oluşan boyu enının iki katı kadar olan bır dıkdörtgen ve bu dıkdörtgenın merkezınde çapraz durmakta olan üç ayrı yıldızdır. Betelgeuse avcının sağ omzuna, Bellatrix sol omzuna, Rigel sol ayağına ve Saif de sağ ayağına denk gelır. Ortadakı üç çapraz yıldız (alttan üste sırayla Alnıtak, Alnılam ve Mıntaka) avcının kemerını (Orıon kuşağı olarak da bılınır) oluŞturur. Kuşağın altında bulunan M 42 bulutsusu (nebulası) avcının kılıcıdır. Heka adındaki avcının başını simgleyen kısım aslında üç daha sönük yıldızdan meydana gelır. Betelgeuse'un üstündeki yıldızlar avcının sag kolunu Bellattrix'den ötede olan yıldızlarda avcının kalkanını oluşturur.

Orion yunan mıtıdır. Gırıt'te yaşamıs bır avcıdır. Avda ona kopegı Sırıus eslık eder. Poseıdon'un ogludur. Hakkında cok efsane vardır. En meshuru soyledır: Orion dunyadaki tüm hayvanları avlamak ısteyen bır fanatiktir. Gaıa (Dunyanın ruhu) bunu duyunca bır akrep yaratır, Orıon'u oldurmesı icın. Orıon tum hayvanlar arasında onu da avlamaya calısır. Sonsuzlukta bırbırlerını kovalamaları ıcın gokyuzune salınırlar. Orıon kısın, Akrep takımyıldızı ıse yazın semalarda gorulur ve asla bır arada gozukmezler. Yoksa onlar yin ve yang mıdır?

Orion islam astronomısınde de yer alır. Hemen her kulturde, mitoljıde vardır. Fakat su anıya ne demeli (cunku Orıon Metallıca'nın tum zamanlarının en muthıs sarkısıdır da):

90ların ortasındayız, 96 dıyelım mı, dıyelım, neden olmasın, cunku hafızam zayıf. Adada ders verıyorum. Zannedıyorum Buyukada. Ogrencım 13 yasında falan. ılkokula Kuveyt'te baslamıs, Turk, kozmopolıt kokenlı. Annesı dedıkı, Serkan oglum su bızım oglana bıraz akıl da ver, sacma muzıkler dınlıyor. Dedım kesın kusak catısması, kadın sımdı oglan rock dınlıyor dıye kızıyor. Sevdıgıbır cdsını evde dınlemek uzere aldım, eve geldım, bır dınledım kı, felaket bır bogurme. Korn adlı grupmus, muzık demeye dılım varmıyor. Bır sonrakı derse gıttıgımde kadınla dertlestık, haklıymıssınız dedım, ben de sızın gunahınızı almısım, bu muzık degıl hakkaten. Kadın meger Nırvana dınlıyormus. Cok fena mahcup oldum, yanımda getırdıgım Metallıca'nın Master of Puppets albumunu cocuga bıraktım. Ertesı hafta derse geldıgımde kadın Allah razı olsun senden evladım dedı. Cocuk artık gece yatarken Orıon'u oyuyormus, uyuya kalıyormus o ezgıyle. Annesı sessızce odaya gırıp ustunu ortuyormus, muzık bu ıste oglum dedı.

O cocuk sımdıne oldu bılmıyorum, ama bu anıyı her hatırladıgımda gozlerım dolar.

İddıaya gore, Metallıca'nın bu sarkıya Orıon ısmınıvermesının sebebı, sarkının onlara uzayı cagrıstırmasıdır.

27 Ekim 2007 Cumartesi

kezduren manifestosu

Yavrucugum kezduren, gruba uye oldun, aferin. Ana sayfayi da ziyaret ettin mi? Ne diyor orada? Ne resmi var? Olay odur. Bu yeni projedir, bu son projedir, bu sonuncu projedir, not only the newest, but also the last, the ultimate.Kezduren bir vazgecmedir, ama ayni zamanda bir adanmadir da. "Kez" ön eki ile baslayan tum kelimeler gibi bir caresizlik icerir. Ben bu dunyada sansimi iskaladim, oysa iskalanmayacak neler var neler, bari yeni nesillere bir faydam olsun, mesajidir. Benden gecti, demektir. Benden gecti ve bunu kabul ediyorum. Savastim, yilmadim, ama sonunda sirami savdim. Atlantis ile Mu nasil, ulan sonumuzu onleyemiyoruz, bari bizden sonrakilere bir mesaj birakalim ki bilsinler, bizi yokeden bizdik, demisler, bu da oyle bir mesajdir.Evrenin yokedici silahini, zamanin umutlari tukeder yukunu kabullenmedir. Ama asla isyan degil, baris icinde kabullenmedir.

Er Ryan'i Kurtarmak filminde tek bir sahne vardir butun filme bedel. Almanla Yahudi bicakla savasirken sonunda Alman kalbe sokar bicagi, bir yandan da sssshhh der. Ses etme, kabul et. This is the end, beautiful friend.

Kezduren sonun baslangicidir. Prelude to chaos. Ama bir hazirliktir. Dunyanin civisi cikarken izleri okumasini bilene biraktigimiz gorunmez murekkeptir. Kezdurmek kokunden gelir.

Kezdurmek nasil bir seydir dersen, en guzel orneklerinden biri neo'nun yenilerek zafere ulasmasidir. Dener, mucadele eder, elinden geleni yapar, ama oluru yoktur, o da birakir kendini, ajan simit bakar ki, hani kazanmistim?Kendimizi huzur icinde birakiyoruz

kezduren, kezduruyoruz. Bu dunyada iskalanmamasi gereken izleri bir kenara, kezdurene not ediyoruz, boylece biz de zamanla iskalanmamasi gereken son madde olacagiz. Fakat daha o noktaya cok var.

SerkanT.

26 Ekim 2007 Cuma

Pete & Pete

Tam adı The adventures of Pete & Pete olan, iki kardeşi konu alan dizidir. İki kardeşin adı da Pete'dir. Annelerinin kafatasında metal plaka vardır, böylece radyo dinleyebilir. Küçük Pete'in kolunda danseden bir denizkızı dövmesi vardır. Baba tipik bir almandır. Matematik hocaları 2 sayısını annesi gibi görmektedir.

Bu dizi çocuk dizisi değildir. Büyük dizisi de değildir. Rahatsızların dizisidir. Nikoledyın adındaki kanalın dizisiydi. Bu kanalın jeneriğinde bir çocuk geğirirerek alfabeyi sayıyor. Sonra da kanal "Bu jack. Geğirerek alfabeyi söylüyor.. Bunu yayınlıyoruz çünkü yayınlamaya muktediriz" diyor. Binealeyhn, bu diziyi çok tavsiye ederim.

(Kısmi Alıntı:
İtüsözlük)

OzanA

Maldoror


Ejder’in Üç Fedaisi filminde bir adada düzenlenen dövüş turnuvasına katılan kumarbaz John Saxon, yarı finalde Bruce Lee ile eşleşince, pas der, ben haddimi biliyorum.

Milyonlarca kitap içinde daha bin kitap okumadan biz de haddimizle müşerref oluverdik, iyi mi!

On defa elime alıp nihayet bitirdiğim, bu arada kendimi de nerdeyse tükettiğim eserle başlayıversin yolculuğumuz: Fransız yazar Lautréamont’un acı ve kötülük ağıdı, Maldoror’un Şarkıları ile.

Anne babasının görev yaptığı Uruguay’da 1846 yılında Isidor Ducasse adıyla doğup sonradan Comte de Lautréamont adıyla yazarlaşan bu tuhaf kişiliği bize tanıtan ve kitabını çeviren kişinin kendisi de ancak bir edebiyatçı olabilirdi. Özdemir İnce beyefendiye bu vesileyle sadece saygılarımızı değil, bu olağanüstü zor çevirinin altından yüz akıyla kalktığı için takdirlerimizi de sunmayı borç biliriz.

Maldoror’un Şarkıları’nı yayımlayan Gece Yayınları ve bu eserle açılan Toth Kitapları serisi, henüz olmadıysa, mutlaka bir gün kült olacaktır, bu da tarihe düştüğümüz bir dipnot olsun efendim.

Dönelim yazara: Bahtı kara Isidor, henüz 1,5 yaşındayken annesi intihar eden, kendisi de okumaya geldiği Fransa’da 24 yaşında intihar edecek olan bir isyankârdır.

Bu isyankârın eserinin başkahramanı Maldoror da en yüksek makam olarak anılan Tanrı’ya isyanın vücut bulduğu saf kötülüktür.

Isidor’u şahsen tanıdığını iddia eden iki kişi yazar tarih ki bunlardan biri yayıncısıdır zaten.

Ducasse öldüğünde eseri henüz kitapçılarda satışa çıkmamıştır. Tam manasıyla geberip gitmiştir bir anlamda bu dünyadan zavallı.

Zavallı tanımlaması elbette bir küçümseme ifadesi değil, bir empati denemesidir. Zira gerçeküstücü akımının ilahlarından biri kabul edilir Lautréamont. Tanrı rahmetini üzerinden esirgemesin.

İsminden yapılması en olası çıkarıma göre Maldoror, şafağın kötülüğüdür. Şafağın kötülüğü ne ola hacım, diyenler için güncel çeviri önerim: Allah’ın belası.

Evet, Maldoror Allah’ın belasıdır. Burada kastedileni tam olarak anlamak için belki de Maldoror’un, Yaratıcı’nın yengeç kılığında gönderdiği bir başmelekle kapıştığı bölümü (sahneyi?) okumanızı salık vermeliyim. Hatta verdim gitti.

Maldoror’un en önemli niteliklerinden biri, kötü ruhlu doğmuş oluşudur. Yaşamının ilk yıllarında iyi yürekli olmaya çalışır, ama tabiatına yenilir ve nihayet kötülüğü meslek edinir, “pembe yanaklı küçük bir çocuğu sevip dururken yanaklarını usturayla kesip koparmak isteyecek” raddede.

Varlığını keşfederken bir gülüşü olmadığını farkeden Maldoror, bu eksikliğe dudaklarının birleştiği yerlerde etinde yaralar açarak yanıt verir. Bu görsel motif bir buçuk asır sonra Batman’in Joker’inde de kullanıldı, ihtimal hatırlayacaksınız.

Maldoror’a göre dünya çirkin ve mutsuzlukla dolu bir yer, adeta bir cehennemdir.

İnsan zaten iyi bir varlık olmadığı için, ölüp bu dünyadan kurtulmayı değil, kalıp mutsuzluk içinde çürümeyi hak eder.

Biraz da bundan belki, Maldoror öldürebileceğinden çok daha az insan öldüren bir canavardır.

Bunun yerine mesela, “ailelere nifak tohumu ekmek için bir anlaşma yapar fuhuşla”. Fuhuşun başını ezmesi için ona telkinde bulunanın başını ezer onun yerine. Ve fuhuşa ilan-ı aşk ettiği o gün erdemi resmen terk eder.

Maldoror’un Şarkıları anlatılarak duyumsanabilecek kitap değil ama sussak daha mı iyiydi?

Ducasse kitap boyunca, isyandan arta kalan zamanlarda, bizlere ilk bakışta korkunun kahramanları gibi gelen hüznün kahramanlarını öyküler: açlıktan birbirine saldıran köpekler, onların ölümcül kavgalarını izlemek için durabilen ancak aynı saygıyı bir cenazeye göstermeyen insanlar, daha dün birbirine tapıp yanlış yorumlanan bir sözcük yüzünden birbirini silen sevgililer, batan bir geminin kazazedelerini yiyen köpekbalıklarının yanında ispermeçet balinasının yalnızlığını da sindirebilen, Tanrı’nın öcüyle kıyaslanan, İblis’in barınağı yaşlı okyanus…

“Şarkılar” boyunca Maldoror kötülük tohumları eker de eker. İnsanlara, sevdikleri üzerinden büyük acılar tattırır.

Fikir başka başkadır elbet ama bize göre Maldoror’da acı, kötülükten daha baskın bir duygudur.

Küçük Isidor’a ilham veren, zaten karanlık bir çağ olan 19. yüzyılı daha da karartan kendi acı yaşam öyküsü olmasın?

Altı şarkının henüz birincisinde öykülenen, Norveçli bir mezarcıyla konuşmasında Maldoror gören göze ipucu verir zaten: “Niçin ağlıyorsun mezarcı? Bir kadınınkine benzeyen bu gözyaşları neden? İyi anımsa, bu direkleri kırık gemide acı çekmek için bulunuyoruz bizler. İnsan için ne büyük onur, Tanrı’nın insanı en ağır acıları yenebilecek yetenekte görmesi. Senin o çok değerli dileklerine göre, mademki acı çekmeyeceğiz, herkesin ulaşmak için bunca çaba gösterdiği bu ülkü, bu erdem neye dayanacak?”

Toplumun geniş katmanlarına asla yar olamayacak kadar sıra dışı bir yazar olan Lautréamont’u, şu cihanda ıskalanmaması gereken yıldızların başına koyarken, ruhundaki yaraları çocuk yaşta kaleme aldığını unutmayalım. Yazıp çizenlerdenseniz, 20 yaşınızda yazdıklarınızla yan yana koyuverin bu kitabı bir zahmet.

Evet, ilk metnimizin sonuna yaklaştık. Belki merak edenler vardır, Maldoror’un Şarkıları nasıl biter.

Maldoror, Mervyn adlı bir yeniyetmenin canını almayı kafasına koymuştur. Bu aslında bir meydan okumadır Kadir-i Mutlak’a. O da nitekim bu ölümü önlemek üzere başmeleklerinden birini gönderir yeryüzüne. Maldoror önce başmeleği öldürür, sonra Mervyn’i Vendôme Meydanı’ndaki panteonun orada sallandırır, bunu izlemeye (önlemeye?) bir gergedan kılığında gelen kadim düşmanına da bir kurşun sıkmaktan geri kalmadan.

Tanrı öldü mü diyordu Nietzsche?

Bakın nasıl açılıyordu Şarkılar: “Tanrı’dan dilerim ki, yüreklenen ve okuduğu kitap gibi geçici olarak canavarlaşan okur, bu kasvetli ve zehirli sayfaların ıssız bataklıklarında sarp ve yabanıl yolunu şaşırmadan bulur”.

Şarkılar’ın sonunda meydanda bir çekül gibi sallanan Mervyn’e vedasının üzerinden henüz bir yıl geçmeden, Ducasse’ı da kendi odasında tavanda asılı sallanır bulurlar.

Acaba sarp ve yabanıl yolunu kaybettiği için mi sallanmaktadır, yoksa bulduğu için mi?

Kim bilir, belki de Isidor Ducasse’ın öykü içindeki öyküsünde, yaşamının birinci sahnesinde duvara asıp son sahnesinde patlattığı silahın kurşunudur Maldoror’un Şarkıları.

Kadim dostuna sıktığı…

 
Serkan Taylan