16 Kasım 2007 Cuma

The thing that should not be


Ahmet Uluçay 1954 yılında Kütahya 'nın Tavşanlı
İlçesinin Tepecik köyünde doğdu. Hala Orada ya-
şamaktadır. Tabi o yer orda bir budha doğdunu
hala bilmemektedir. Deha -tüm dünya hariç- hala
köyünce farkedilmiş değildir.

Başlangıçta Ahmet Uluçay vardı. Ve daha önce
Tepecikte hiç birşey yok idi. Ahmet Köylü Babası
tarafndan tüm çocukluğu ve hayatı boyunca aş-
şağılandı ve eziyet gördü. O bu durumu şöyle
açıklar.
"İlk evvek kalemle çizgi çizdim...sonr renkler...ve
şekiller..daaha sonra da o şekilleri hareket et-
tirmek istedim.Hep bunu hayal etmeye başladım.
O hep kızdı. Bizimbeyaz güvercin gene evde
bişeyler çiziyor diye benle alay ederdi."
Aslında bu vaka anadoluda ve gelişmemiş birçok
toplumda çokça yaşanan dahi ve yaratıcı çocuk-
ların bu yönlerinin cehaletle törpülenmesidir. Çün-
kü Çiftçi baba sadece tarlada yada kasabada ve-
ya ilde ilçede çalışacak eve düzenli para getirecek
bir aile ferdi hayal eder. Bir budha değil.
Ahmet Uluçay senaryosunu yazdığı "Karpuz kabu-
ğundan Gemiler Yapmak" adında bir film yapmıştır.
Bu filmi inanılmaz kılan hiçlerini sıralamak
gerekirse ;
-Ahmet Uluçay hiç sinema okuluna gitmedi.Hayatını
kamyoncu muavinliği , mermer ve kaldırım döşeme-
ciliği çiftçilik yaparak kazandı. Köyünden başka hiç
bir yerde çalışmadı.Sadece Anadolu Üniversitesi
Yayını olan"Film Dili Grameri"ni okumuştur.
-Hayatında hiç sinema setinde bulunmadı. Hiç
kamera arkası seyretmedi.
- Başrol Oyuncuları hiç sinemaya gitmemiş köylüsü
gençlerden ouşmaktadır.
Babasını ve kendisini aşağılayan insanlarından
öcünü almakta olduunu söyleyen Uluçay birsonraki
hedefinin Yabancı Oskarını almak olduğunu söyle
mektedir.
Marx devrimi kapitalist dünyanın en ileri halkası
olan ingilterede gerçekleşeceğini öngörmüştü.
Fakat döneminin en ilkel ve zayıf kapitalist ülke-
si olan Rusyada geçekleşti. En bilimsel doktrinle-
rin yanıldığı dünyamızda buzla kaplı bir bozkırda
bir çiçek tohumu buzu kırdı. Ve olmamaması
gereken şey oldu.

Tel - 0274 6532199 / 0542 6043687

OzanA

13 Kasım 2007 Salı

YÜKSEK SECIYELI MUHAFIZLAR


Hayatı biliyoruz da ölüm nasıl aceba, yıllardır şuna hayret ederim ki herkes yaşamak istiyor, hiç kimse ölmek istemiyor ve bu bana hayretler veriyor, biri de çıksın ve tercihimi ölmekten yana kullanmak istiyorum desin, fikir zenginliği, görüş çeşitliliği olsun, ama öyle mi, herkes tek tip, herkes kırk dereden su getiriyor yaşamak için, bu çok ilginç… “Ya intiharı seçenler” demeyin, bahsedilen şey o değil, bir bunalım eseri olarak veya hayattan bıkarak veya başına kötü şeyler geldiği için ölmek isteyenleri kastetmiyorum, benim kastettiğim normal bir insan nasıl yaşamak isterse ölmek de isteyebilmeli, ama hiç böyle biri yok, tanrı bize seçenek sunmamış, normları o belirlemiş ve dolayısıyla normal denilen şey de bu belirlenmişlikten türemiş. Normal ve sağlıklı bir bilincin eseri olarak ölmek isteyen yok, “yaşamak iyi bişey güzel bişey ama ben tercihimi ölmekten yana kullanıyorum” diyen yok, ölmek isteyenlerin hepsi yaşamı bir şekilde kötü bularak ölmek istiyorlar, kimisi para için, aşırı borçlandığı için, kimisi namus için, bunalım sonucu ruhsal bozukluklarını aşamadığı için vs vs vs ölmek istiyor. Kimse normal ve son derece iradi bir tercihin sonucu olarak ölmek istemiyor. Ya ölümün üstüne giden, öleceğini bile bile son derece iradi ve mutluluk dolu bir ruh haliyle ölmek isteyen Islam şehitleri, devrim şehitleri, tarihsel kahramanlar? Onların durumu da farklı değil, onlar dava için ölüyor, onların da sorunu var, düzenle sistemle ilgili sorunları var, onlar sorun giderilsin diye kendilerini feda ediyorlar, ölümü tercih ettikleri için ölmüyorlar, yine yaşamsal bir dayanağa esaret halindeler ve bu esaretin sonucu olarak ölmek istiyorlar, tek farkları daha inançlı ve daha cesaretli olmaları, öfkeli adamlar onlar, öfkeleri onları herkesten cesur yapıyor, velhasılı kastettiğim bunlar da değil. Bu yaşama sevdası öyle bişey ki, adam ölünce tanrısına tanrısal bilince veya sonsuz saadete ulaşacağını biliyor ama yine de ölmek istemiyor. Halbuki düşünüyorum, yaşam sadece bir tercih olabilirdi, ama tanrı bizi yaratırken böyle bir tercih tanımamış, sadece bize değil diğer tüm canlılara, dolayısıyla belki de irade denilen şey aslında hakkaten cüzi irade, tanrınınki ise külli…tanrı demiş ki: kurallar şunlardır hadi buyur yaşa, yani benim çizdiğim çerçevenin dışında düşünmek aklına bile gelmeyecek, senin iradenin sınırı budur işte, sen acizsin ve benim çizdiğim dairenin içinde debeleneceksin ve bunun adına da yaşamak diyeceksin ve hatta bundan zevk alacaksın, benim tarafımdan başlıklar halinde oluşturulmuş ve çizilmiş kategorilerin içerisinde debelenme dışında bir seçeneğin yok. Işte kategorileri çizen külle irade kategorilerin içinde çırpınan, debelenen de cüzi irade… Ve hatta öyle tahmin ediyorum ki bizim veya diğer hayvanatın cüzi iradesi bile yoktur. Bunu henüz keşfetmiş değilim ama determinizme göre benim masamın üstüne konmuş olan bir sineğin havalanması Çindeki bir ağacın yaprağının kımıldamasıyla ilişkili olma potansiyelini içinde taşıyorsa bizim cüzi irademiz bile yoktur, tanrı ince bir usta gibi en küçük atomaltı parçacıklarına kadar sistemi kurmuş ve biz sadece bu işin figuranıyız, yani biz sadece sanalız, bilgisayar oyununun içindeki sanal karakterler gibi, yani biz yokuz, yani cüzi irade bile yok, yani biz yokuz ve tek bişey var, o da toplam bilinç, global sistem. Bunun dışında hiçbir şey yok. God is all and all is god. Ama hayat zevkli, arabaya bin sürat yap, bol bol seviş, acayip güzel yemekler ye, rakını iç, seyahat et, yeni şeyler keşfet, sevdiklerinle bir arada ol, dostlarınla doyulmaz sohbetler yap, çok para kazan muktedir ol, birilerine aşık ol, insanlara hayranlık uyandır seni takdir etsinler keyiflen, ödül versinler onurlan, hayat çok güzel ya, ama tek seçenek mi… Binbir çeşit haz var keyif var, neredeyse intihar eden adamın bile hayatsal bir haz uğruna intihar ettiğine inanmaya çok yakınım. Ama mesele intihar değil, mesele bir seçenek olarak ölümü de gündemine almak, fb gs taraftarlığı gibi, tamamen hür iradenle, Tanrı bize demiş ki “ yaşayacaksın”, ve bunu saç kılımıza kadar bütün organlarımıza adeta bilinç vererek ayrı ayrı işlemiş, bunu değiştiremiyoruz, tanrı bize demiş ki: “yaşayacaksın” Peki ya yaşamak istemezsem, yok öyle, ya da: tamam yaşamak istemeyebilirsin ama bu talebini temellendiren şey ve bu talebine giderkenki çıkış noktan yine yaşamaya dair mülahazalar olacak. Işbu yazımızın ana fikri dikkate alındığında, ortaya konulan sorunun cevabı belki de tanrısal bir cevaptır ve bu cevabı asla bilemeyeceğiz, ama sormak bile bişey değil mi, yoksa sormak kendini tanrıyla eş koşmaya mı denk. Ama hani ben de dahil all is god’dı… 3

Tığ teber şah-ı merdan




Sebebini hiç bilmiyorum Hasan isminin takılmasının.Bilmemin de gerektiðini düşünmüyorum, ve öyle tahminediyorum ki bu bilgiye vakıf olma bu yazınınyazılmasında mütereddit olmayı da getirecekti.Velakin;Etraftaki küçük tepelere aðabeylik taslarcasına,Iki ayaðımı paylaşan iki şehrin tam ortasında,Öyle isabetle taşır ki ismini,Saflaştırır, arılaştırır, haslaştırır her iki şehrinderdini.Diðer ayaðımın bastıðı şehre doðru yol alırken, heriki şehrin her ‘iki milyon’ derdini içine hapsedip,yolun diðer kısmına taşımayı gerektirmeyecek kadarbüyük ve hacimlidir hasan daðı. Tepelerine yaðan karınaðırlıðından dolayı kimi zaman boyu küçülmüş veuzansan dokunabilecekmiş sin gibi gelir yoldangeçenlere. Bu görüntü ile insanlaşır kişiselleşir.Artık vaziyetini ve kaderini ses etmeden kabullenensönmüş bir volkandır o. Yanından geçenin sürükleyipgötüresi gelir gittiði şehre.Görüntüsü ders almayı bilenler için bir kehanettir,ama o görüntü ki gecenin karanlıðında yiter, bakangözler için bir ihanettir. Tam da A.Ilhan’ın dediðigibi “ihanete gece müthiş bir gerekçedir”.Tüm bunlardan daha çarpıcı olmak üzere, karla kaplıbitişik iki tepesi, küçücük, 6 yıllık sonsuz yaşındakiaslanım ile benim el ele fotoðrafımızdır. Biriayrılıðın diðeri kavuşmanın iki ayrı fotoðrafı, yoluniki cenahından iki ayrı manzara,Velhasılı, kezduren gözlerin sembolleştirdið i resimsinsen bre hasan…5

stivin verdigi ders


Steven Tyler, Aerosmith grubunun solistidir ve „Arwen“ Liv Tyler’in babasıdır. Nasıl!!

Önce bu şahısları biraz daha yakından tanıyalım. Steven Tyler, gruptan Joe Perry ile birlikte uyuşturucuya düşkünlüğü sebebiyle Toksik İkizler olarak anılır. Eskiden sahneye Jack Daniel’s şişesiyle çıkarmış. Bildiğimiz hayvanlaşan rokçulardan yani, ki onlar çok tatlıdır. Liv ise bir peri midir, yoksa insan mıdır? Sorunun cevabı One Night at McCool’s filminde net olarak ortaya konmuştur. Her ikisi de müstesna ruhlardır, ancak aralarındaki ilişki Dorian Gray’in tablosunu andırır.

Dünyanın gelmiş geçmiş en çirkin solisti Tyler, baba tarafından İtalyan ve Alman, anne tarafındansa Rus ve Cherokee kanı taşır. 28 yaşındayken evlilik dışı bir ilişki yaşadığı 1974 Playboy güzeli Bebe Buell’i hamile bırakmıştır (Bu ilişkinin meyvesi Liv, ki o Cherokee kanı payıyla annesinden de güzeldir, babasının kim olduğunu 11 yaşında öğrenmiştir). Steven o kocaman ağzına rağmen bunu nasıl yapmış, dünyadaki tüm koca ağızlılara nasıl umut aşılayacak bir noktaya gelmiştir? Sesiyle...

1970’te kurulan Aerosmith grubu Walk This Way şarkısıyla 1975’te şöhreti yakalamış, sonra uyuşturucudan kafayı kaldıramamış, muhteşem geri dönüşünü aynı şarkıyı 1986’da Run DMC adlı rap grubuyla seslendirmesiyle imzalamıştır. Bu şarkının klibi de aynı zamanda çığır açmıştır. Hani var ya böğürerek duvarı deliyor, öbür tarafta zenciler var, dediniz mi, herkes bilir. En iyi şarkıları 1989 tarihli Janie’s Got a Gun olabilir. Tyler, sesini bu şarkıda da sakınmamıştır.

Liv Tyler’ın aziz varlığı bize şu mesajı verir: Her gün aynaya bakıp kendine lanet okuyor olabilirsin. Ama yine de içinde, belki yüreğinde, belki DNA şifrende, belki de alınyazında yine de tarifsiz bir güzellik saklı olabilir. Ve o güzellik bir gün serpilip gerçek olabilir. Ne olursan ol, kendinden insafı esirgeme. Ve az iç.