31 Mayıs 2009 Pazar

Atlari da vururlar

Bu haftaki yayinimizda Horace McCoy'un bu isimdeki kitabini anlatmiyoruz. Hayir, amacimiz, Almanya'nin tum zamanlarda Scorpions'dan sonra gelen iki numarali rock grubu Fury in the Slaughterhouse'i huzurlariniza tasimak.

Ismini 50'li yillarin meshur dizilerinden Fury'den alan grup, basroldeki atin mezbahayla iliskilendirilmesi vesilesiyle acaba bize "murat yalan, olum gercek" mesajini mi veriyor? Solisti konserde birkac santim yanimdan gecti, soracaktim ama sarkisini bozmayayim dedim, cunku okuyordu yururken.

Grup Almanya'nin fuarlariyla meshur Hannover sehrinden gelmektedir. Fuarin ve katolik kilise ayininin Almancasinin ayni (Messe) olmasindan hareketle, bizde katolik sayisi Bavyera'dan az ama Messe'ye daha cok kisi geliyor, sloganiyla fuar reklami yapan Hannover boylelikle esprili de bir sehir, ancak henuz gorme firsatim olmadi. Volkswagen'in merkezi Wolfsburg da ayni eyalettedir, bu sene sampiyon da oldu futbolda, Sivas gibi bir sey. Fuar deyip gecmeyelim, Almanya'nin turizm gelirleri Turkiye'ninkini katliyor.

Fury, iki kardes tarafindan kurulup kendini sevdirme gelenegini devam ettirmistir. Van Halen boyledir, Black Crowes, Beach Boys, Stone Temple Pilots, ez cumle isin icinde iki kardes varsa mutlaka sevgi saygi olayi vardir, ne kadar uyusturucu da kullanilsa o sicakligi hissedersiniz. Bu gercegi dillendirme firsatini da boylece iskalamamis olduk, iyi oldu.

Scorpions gibi Ingilizce sozlu rock yapan F.I.T.S.'in en meshur sarkilari Radio Orchid ve Every Generation Got His Own Disease (kisisel favorim). Radio Orchid yalnizliga agit temasini tasir. Kocasi oldukten sonra bir radyo istasyonu satin alarak milyonlarin yanlizligina omuz olan yasli bir kadini anlatir. Oburu de adindan anlasilacak sekilde, modern caga elestiri niteliginde bir yardim cigligidir aslinda. Dead before I was born sarkisi da beni dunyaya getirirken bana mi sordunuz, mesajini vermek suretiyle bizdeki arabesk psikolojisiyle paslasir. Her uc sarkiyi Mono albumunde bulabilirsiniz. Son albumu Nimby'de gitaristin saz caldigi, Welcome to the Other World adli bir parca oldugunu okudum, henuz dinlemek nasip olmadi.

Grubun muzikal cografya cizgisi sanki Avustralya'yi andirir. Neden diye sormayin bana, belki bilincaltim. Bugune dek 100'den fazla konser veren, 4 milyonun uzerinde album satisina ulasan grup mutevazi basarisini 2008'de kendini feshederek taclandirmistir. Yeter soyledigimiz, mantigiyla son bir konser turuna cikmistir, iste ben de orada karsilarina ciktim, fiziken.

Bach'in, Beethoven'in, Handel'in anavataninda modern zamanlarda muzik diye bir sey bulmakta gucluk cekilen bu zor gunlerde, keyfi kacik ruhlara ilac olmasi dilegiyle, iskaladiysaniz donup omuz uzerinden urkek bir bakis atma ihtimaliniz uzerine, yarim domatesle bir buyuk deviren neslin hatirasiyla mahcubiyetten siginacak ezgi arayanlar, huzurlarinizda Mezbaha FM...


Serkan Taylan

21 Mayıs 2009 Perşembe

Ne Lefebvre ne Harvey ya da Castells ama Sennet



‘Lefebvre, hayatin bir tasarı gibi yasanması gerektigi ve entelektüel ve siyasal olarak bir anlam ifade eden tek tasarinin da ‘hayat’ olduğu konusunda israrliydi. The Production of Space, kati surette bu tasarinin sonu degildi; yazmaya devam ettigi ve bu zamana kadar calistigi için…'
Bu sozleri Henri Lefebvre icin soyleyen David Harvey adinda bir zat-i muhterem. Lefebvre, Fransiz felsefeci-sosyolog; en cok kent sosyolojisi icinde aniliyor, zira kent ve gundelik hayat uzerine cok seyler yazmis, '68 hareketine Paris'te taniklik etmis, ayni zamanda Fransiz Komunist Partisi Uyesi bir vatandas. Alintida anilan pek meshur kitabi Production of Space, enteresan bir biçimde birbirine karsit, iki kentsel yaklasima da (marksist ve postmodernist) kaynaklik etmis, kentsel mekani tartistigi kitap. David Harvey ise, hala hayatta, kent cografyacisi, bu yuzyil marksist kent kuramcilarinin en onde gelenlerinden, Lefebvre'nin mekan analizini yeniden formule etmis bir sosyal bilimci.
Lefebvre'yi ya da Harvey'i Kezduren tarihine not dusmek gerekir mi? Bilmem.
Aslinda sanmam.
Dogrusu ben tez yuzunden okumak zorunda kaldim. Herhalde ancak meraklisina. .. Serkan'in 'hayatimin son projesi' lafi bende dogrudan Harvey'in yukaridaki sozunu anistirdigi icin buraya konu oldular (bugunlerde baska kimleri ve neyi anistirabilirdi zaten?...)
Hayatin kendisini bir tasari olarak anlamak; tabii insanin kendi eliyle, iradesiyle yarattigi bir tasari; 1960'larin alabildigine modernist fikir dunyasinda ve yukselen bir toplumsal muhalefetin icinde, insanlar kitlesel halde hayatlarini degistirebilecekler ine o denli inanmisken, yani 'zamanin ruhu' insan akli ve iradesinin kibriyle dolup tasarken, hayat, ancak boyle tarif edilebilir. Aslinda kent tasavvuru da bu alginin dogrudan yansimasi; insanin yarattigi bir sanat eseri; ouevre diyor Fransizca, creation anlamina gelirmis. Ve tabii asil derdi, kenti bir celiskiler yumagi olarak anlamak ve cozmek ve devrimci utopyasini bu mekana atfetmek...
Benim derdimse, Lefebvre'nin inceledigi seyle, analiz nesnesiyle bu denli ozdeslemesi. .. Donemin baska bir marksist kentcisi Castells, Lefebvre'yi, temel toplumsal celiskiyi, kentsele tasimakla elesitirir ve bakin ne der:

‘Problematik, dusunuru, kentsel olgunun Marksist bir analizini yapmaktan alikoyarak kendi girdabına ceker; dusunur, oldukca tuhaf bir entelektuel evrimle, Marksist problematigin kentsel (urbanistic) teorizasyonuna, giderek daha cok yaklasir. Boylece, mesela, ortaya cikan toplumu kentsel (urban) olarak tanımladiktan sonra, devrimi de ilan eder; yeni devrim, mantiksal olarak kentseldir.’

Sizi ic bayiltici kent tartismalariyla kusatmak istemiyorum; ama Castells, buyuk olcude haklidir, Lefebvre'nin yazilarinda da kent mekanina hayranligi sezmemek mumkun degil. Bir de Harvey'in kent tanimina bakin, ondaki hayranligi da hemen sezinleyeceksiniz:

‘Sehir, asla karmasa, catisma ve siddetten azade, ahenkli bir yer olmamıştır. Sadece 1871 Paris Komunu tarihini okuyun, Scorsese’nin kurgusal tasviri olan, 1850’lerdeki ‘New York Ceteleri’ni izleyin ve ne kadar yol kat ettigimizi dusunun. Ama sonra Belfast’i bolen, Beyrut ve Saraybosna’yi yok eden, Bombay’i sallayan ve hatta ‘melekler sehrine’ dokunan siddeti dusunun. Sogukkanlilik ve incelik, kent tarihinde istisnadir, kural degil. İlginc olan tek soru, ciktilarin yikici mi yoksa yaratici mi oldugudur. Genellikle her ikisidir: kent, yaratici yikiciligin tarihsel mekanidir. Yine de kent aynı zamanda, kayda deger bicimde esnek, dayanikli ve yenilikci bir toplumsal form oldugunu kanitlamistir.’

Dusunsenize bu adam, yanilmiyorsam Oxford'da, kent uzerine calisiyor, calistigi seyi boyle hayranlikla anlatiyor.
Insanin hayati ve hatta kendini, yaptigi, calistigi isle, seyle tanimlama ihtiyacinda olmasi, hatta bundan kacinamamasi cok tuhaf aslinda, yani olumlamak uzere demiyorum; hayret verici demek istiyorum. Ustelik bu aslinda, galiba cok da yeni bir sey, modern zamanlara ozgu, insanin emekle tanimlanmasiyla ilgili.
Richard Sennet'in bu konuyla ilgili bir kitabini yine ayni vesileyle gecenlerde okudum; Esit Olmayan Bir Dunyada Saygi, insan-is-saygi meselesini harikulade anlatiyor. Ne Lefebvre ne Harvey ya da Castells ama Sennet (odun/ sinifci bir marksist degil, kulturcu diye herhalde) Kezduren tarihine kesinlikle not dusulebilir. Vaktiniz olursa okumanizi da oneririm ama sozum olsun madem, bir boslukta ve diger kitabini da okuyunca yazayim.
Kendi meselemize donecek olursak; Serkan'in kendi yaptigi is disinda, muhtemel ki bir anlam ihtiyaciyla bir 'projeye' sahip olmasi, ustelik bunun yaratma-ifade etme-iz birakma etkinligine cagrida bulunan bir proje olmasi ve en nihayet sitem de edebilecegi bir hissiyatla bunu sahiplenmesidir ki, bugun bir durup, gunlerdir uzerlerine yazmaya calistigim bu adamlari baska bir vesileyle dusunmeme sebep oldu. Serkan'i daha cok uzmeden ve kizdirmadan hic olmazsa dusunduklerimi kaleme alayim, paylasayim dedim. Bir de tabii dikkatinizi cekerim, yazmaya kalkarsam, bu korkunc mevzulardan soz ediyorum, ne yazik ki guzel hikayelerim yok, bir sure daha en azindan.:))
Son bir not, kent uzerine yazan herkes bu kadar bayiltici degil, hatta cok guzel, keyifli yazanlar var; Marshall Berman bunlardan biridir ve gecenlerde burada adi gecen Faust'un modernizmle iliskisi uzerine super bir tartisma yurutur, Kati Olan Her Sey Buharlasiyor isimli kitabinda; biraz musaade olursa onu da uzerime alayim ve buraya muhakkak not duselim, kellemiz bir gece yarisi ansizin gitmezse...: )) gorusmek uzere,
eylem

19 Mayıs 2009 Salı

ölünce shakespeare olacagim

Komplo teorisi, komplo teorisi, nedir bu komplo teorisi? Komplo teorisinin gercek anlamini biliyor muyuz?

Orta Bir'de yazilida Komplo Teorisi konulu bir kompozisyon sorulsa iste boyle baslardim. Ben o zaman boyleydim. Ama o yasta cocuga bunu sorabilen ogretmen daha mi az sefildir? Dusunduren sorular sormayi seviyorum iste.

Politika, saka suka, hepsinde komplo teorisi heyecan veriyor. Pekiii, ya edebiyat? Edebiyatta komplo teorisi mi olurmus, diyenlere cevabim, evet. Hem de krali olur. Edebiyatin krali Shakespeare mi? O halde sahne Marlowe Teorisi'nin!

Takvimler M.S. 1564 yilini gosterdiginde dogan iki buyuk isim var Ingiliz Edebiyati'nda: Christopher Marlowe ve William Shakespeare. Shakespeare'i hepimiz biliriz, eserleri olumsuz. Marlowe'u bilmeyenlerimiz olabilir, kisaca tanitalim. 29 yasinda hayatinin ve sanatinin baharinda bir bar kavgasinda gozunden bicaklanarak olen buyuk edip. Unlu eserleri arasinda Buyuk Timurlenk, Maltali Yahudi ve Edward II sayilir. Akli basinda bircok edebiyatci Marlowe'un erken yasta olmemis olsa Shakespeare'den buyuk bir edip olacagini iddia eder. Bu gorusu reddeden uzmanlarin bir kisminin cok ilginc bir gerekcesi vardir: MarloweTeorisi, yani Marlowe=Shakespeare...

Yaklasik 200 yil once ortaya atilan bu komplo teorisine gore Marlowe en basta katiksiz bir ateisttir, dini okulda egitim almasina ragmen. Baska insanlari da dinsizlestiriyor diye tutucu kesimde dusmani coktur. Ayrica kralice adina casusluk yaptigi icin dusmani cogalir. Bir de buna kufurbaz karakterini ekleyin. Her yaptigi eylem dusman kazandirmis yani. Simdi bu kadar dusmani olan bir dahi olsaniz ne yapardiniz? Kactir yaziyor, kimdir bu Astoria Krali, diye sordunuz mu hic? Eh bir sorun artik efendim!

Bana gore Marlowe'un bir numarali eseri Dr. Faust. Faust aslen bir Cermen halk oykusudur, bizim Deli Dumrul gibi diyelim. Ilk defa adam gibi kagida doken Marlowe olmasina ragmen ondan iki asir sonra yasayan Goethe ile daha cok anilir oyku. Bunun bir sebebi Goethe'nin PR'inin iyi olmasi ise obur sebebi muhakkak oykulerin farkli sonla bitmesi olsa gerek. Bildiginiz gibi Faust bilgi okyanusunda yuzmek icin ruhunu seytana satan bir ademogludur. Iki versiyon arasindaki temel iki fark sudur: 1. Goethe'nin Faust'u merak motivasyonlu, ozunde iyi ve tahsilat gunu geldiginde pismanlikla dolan bir kurbandir. 2. Sirf bu yuzden oykunun sonunda melekler Tanri'nin emriyle onu Seytan'in elinden kurtarir, yani affa ugrar. Marlowe'da ise Dr. Faust hirs kupu bir psikopattir, tahsilat gununde af degil ceza indirimi ister: Tanrim, binlerce yil yanayim cehennemde, yeter ki sonsuza dek surmesin! 2. Af maf falan alamaz, oyle ruhunu Seytan'a satmanin sakasi olmaz, hani bir tabir vardir, bunu evde denemeyin, seklinde. Oyle ciddi biter, Faust ceza indirimi talebine bir cevap alamaz, buyuk ihtimal Allah belasini verir.

Herkesin Faust'u kendine diye bir tabir var. Faust Almanca yumruk demek oldugu icin mazoist cagrisimlar da yapsa esasen kastedilen davul musun tokmak misin, gibi bir sey olsa gerek. Ben mi? Ben Marlowe'un Faust'u diyorum, cunku Seytan'inda bir gururu var. Ruhunu sat, bilgiyi al, sonra neymis pisman olmus, melekler gelsin beni kurtarsin. Biz niye satmiyoruz o zaman? Hayir, Goethe'nin yorumu ne kadar sevgi dolu, bariscil, insani de gozukse aslinda insanlari isyana tesvikediyor, satin ruhunuzu anasini sattigimini, nasil olsa son pismanlik fayda ediyor. Benim isyanim buna.

Nerden nereye geldik bak yine. Marlowe Teorisi dogru olabilir mi? Yani Shakespeare'in eserlerinin 1590'larda, yani Marlowe oldukten sonra unlu olmasive bazi kelime demiyorum, misra demiyorum, kitalarin bire bir ayni olmasini iki sekilde yorumluyorlar: 1. Marlowe=Shakespeare. 2. Arakciydi Shakespeare. Ben nasil mi yorumluyorum? Marlowe < Shakespeare diyorum. Yo, bu iki ismin ayni ademogluna ait oldugu savina karsi cikmiyorum, ancak, bir sanatci sanatini icraettikce buyur. O bakimdan benim naciz nazarimda Shakespeare Marlowe'dan buyuktur. Ne sis yandi ne kebap boylece, dikkat ederseniz. Her kesimi kucaklayan cozumu buradan sevgiyle ilan ediyorum.

Bu vesileyle gozunden bicaklanan bir cesedi cihana Marlowe diye yutturan bilirkisi ekibini ve amirleri kralice Elizabeth'i de rahmetle aniyorum. Bu oyku filme cekilirse bir gun adi Dying for Shakespeare olsun, Elizabeth rolunde Patricia Arquette lutfen, bilirkisi ekibi rolunde Stephen Baldwin, Gabriel Byrne, Benicio del Toro, Kevin Pollock ve Kevin Spacey. Marlowe da lutfen Joaquin Phoenix (biraz da soyismi yuzunden). Reji de Jim Jarmusch lutfen. Lutfen Ozancigim senaryoya baslayalim. Gozunden bicaklanan ceset namina da John Leguizamo'yu kestirdim gozume. Hayirlisiysa olsun.

Astoria Krali Serkan