Saygıyla andıklarımız, adeta kapalı bir devrenin ırak istasyonları gibi, ancak beliren patikalarla birbirine ekleniyor, münferit fırça darbeleri bütünü resmederek bağımsızlığını kaybediyor. Manaya can vermekten daha özgür kılan bir görev var m’ola Ziya? İlk kez bir H. P. Lovecraft kitabının kapağında karşılaştığım „Veba“ adlı tuhaf resmin sahibini kucaklamaya hazır ol öyleyse.
Üç yıl önce Kezduren’e gerçeküstücü ressamların yaşayan en büyük ismini konuk ettiydik. Değil mi ki Giger’in tabiatiyle etkilendiği Dali de bir zamanlar birilerine hayrandı, işte şimdi 19. yy. kahramanlarımızdan birini, sembolist ressam kılığındaki bir kezdureni vaftiz ediyoruz: rahmetli Arnold Böcklin’i.
Giger gibi İsviçreli olan Böcklin, Basel’de doğar, Düsseldorf’ta eğitim görür, huzuru arayışında Brüksel, Paris, Roma derken Zürih’te yorulur. Haritadan bakarsanız bu taşınma seyrinin de bir daire şekli teşkil ettiğini göreceksiniz.
Böcklin’in sanatçı evrenindeki imzalarından biri, yatay fırça darbelerine yer veren geleneksel yöntem yerine dikey tarzı benimseyişidir. Bu tarzı en güzel yansıtan yapıtlarından biri „Die Toteninsel – Ölüler Adası“dır. Servi ağaçları etrafındaki dik ve sarp bir kayalığa oyulan lahitlerin yer aldığı adaya kayıkla yaklaşan bir cenazeyi konu alan yapıt Hitler tarafından satın alınmış ve hem Dali hem Giger tarafından yeniden çizilerek yorumlanmıştır.
Ressamın sanatçı kimliğini yücelten yahut kimine göre gölgeleyen bir eğilimi de siyasi inisiyatif alışıdır. 1848 Paris ayaklanmasında aktif rol alan sanatçı, kraliyet askerlerinin karşısına çıkan halka katılır. Olaylar sonucunda Louvre kısmen yağmalanır, kral kaçar, yine cumhuriyet ilan edilir. Adalet adına onu bunu kesenlerin birkaç ay sonra bu sefer kendilerinin giyotine gittiğini gören Böcklin, tabanları yağlar.
Bazı eleştirmenler Böcklin’in resimde yaptığını Wagner’in müzikte yaptığına benzetirler. Karanlık ama capcanlı bir senfoniyi andırır çoğu resmi. Bunda, 8 çocuğunun, o dönemde sık görülüp bugün artık yok olan veya zararsız hale gelmiş bulunan ölümcül hastalıklara yenilmesinin de mutlaka etkisi olmalı.
Zor soruyorum diye kızma Ziya, sorum bir sana değil: Ölüm nasıl karşılanır?
Böcklin’in onurlu bir cevabı var, hem de olağanüstü bir eseriyle. „Keman Çalan Ölümle Portresi“, ressamın çalışırken, arkasında, elinde keman olan bir kurukafayı hissederek irkilmesini işler. Kim bilir, çocuklarının kaybıdır o resmettiği an belki. Bana mı öyle geliyor bilmem ama, sanatçının ifadesine bir sarsılmadan çok farkındalık hakimdir sanki. Eserini şöyle özetler üstat: „Media vita in morte sumus“ – „Yaşamın ortasında ölümle çevriliyiz“.
Frenk çocuklarının pek sevdiği bir oyun var Ziya. „Musical chair“ veya „Reise nach Jerusalem“, bizdeki adı “sandalye kapmaca“. Oyuncu sayısı eksi tabure sayısı eşittir bir, denklemiyle dans ediyorsun. Müzik susunca bir tabureye atıveriyorsun kendini. Ayakta kalan oyundan çıkıyor. Oturan, oyuna devam.
Ensende ölüm keman çalmış mühim değil, çengi. Müzik bitti mi, boş tabure bulamadın mı, o zaman kapat gözlerini, daha önce değil. Oturan, devam.
Lahit Bekçisi Serkayn
3 Haziran 2012 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)