22 Ekim 2012 Pazartesi

Cermen Masallarının Gözyaşları


Biliyorsun Ziya, sen yoksun. Ancak, var olmamak hor görülmeyi gerektirmez. Bir şey sırf gerçek değil diye, saygıyı, insafı ondan esirgemek vicdansızlıktır. Çocuklara anlattığımız masallarda rastladım ben o vicdansızlığa. Açıver kapıyı o halde senin gibi yokluktan araklanan anılara. Mesela meşhur Cermen masallarına...

Cermen masalı deyince, orada bir durmak lazım. Masallar temel duyguları ve sık rastlanan yaşam durumlarını konu aldıkları için birçok kültürde yüzyıllardır benzer  biçimde anlatılagelebiliyorlar. Bir masalın bırakın Alman mı Fransız mı olduğunu, Avrupa masalı mı yoksa Çin masalı mı olduğunu belirlemek bile zor ve muhtemelen beyhude. Biz bu maceraları Cermen versiyonundan (Grimm) aldık, emeğe atfen vaftiz ettik, ama masallar elbette insan icadı yapay kimliklere tabi olamaz.

Gözyaşları da elbet. Gözyaşlarından kastımız, masalı anlatırken olsun, dinlerken olsun, pek öyle üzerinde durmadığımız beyaz cüceler, kara delikler. Gerçek hayatta yüzleşmek istemeyeceğimiz, utanacağımız, hatta lanetleyeceğimiz kaderler, eylemler, acı gerçekler. Yazıklar olsun imzalı yaşam durumlarından söz ediyorum.

Külkedisiyle başlayalım. Cinderella da diyebiliriz. Kötü kalpli üvey anne klasiğidir. Nedir peki külkediliği, hiç sorduk mu bu soruyu? Kendi çocuklarına bal kaymak, üvey evlada dayak, anladık da bunun külle ilgisi ne, değil mi? Bırakın köle gibi çalıştırmayı, ocaktaki küle her gün bilhassa bezelye, mercimek atıp kızcağıza ayıklatıyorlar, sırf zevk için. İnsanlığa sığar mı bu? Sonrası malum. Sarayda dansa gizlice gidiş, pabucu kaybediş, sonra prens pabuçla kapı kapı dolaşıyor. Ondan evvel pabucu deneyen üvey kızkardeşe pabuca uysun diye topuğunu kestiren e aynı zihniyet değil mi? Bu olmaz.

Bremen Mızıkacıları’na gelelim. Bir eşek, bir köpek, bir kedi ve bir horoz, evlerinden ayrılıp Bremen’de müzik yapmak için yola çıktılar, yolda haydutları korkutup mala mülke kondular. Mister No’nun mırıldandığı bir türkü vardı, hayat ne güzel ne hoş, haydi durma sevgiline koş, diye. Öyle mi dersiniz? Bu hayvanlar niye yola düştü, onu iyi biliyor muyuz? Kovuldular Ziya, yaşlanıp iş göremez olunca kapının önüne kondular. Sonu iyi bitti, zengin oldular falan ama gece yatınca, yıllarca hizmet ettikleri insanın onları bir kalemde sildiği gerçeği gözlerinden damla damla akmayacak mı? Olmaz.

Uyuyan Güzel var, tek başına değil, bütün şehirle birlikte uyuyor 100 yıl. Niye? Kral ve kraliçe kızlarının doğumu şerefine şölen tertip ediyor, yemek takımı 12’lik diye 13 perinin 12’sini davet ediyor. 13. Peri de kinleniyor, lanet okuyor vs. İyi de kardesim, Kill Bill filminde Bill ne dedi? I am a murdering bastard, you know that, and there are consequences to breaking the heart of a murdering bastard, demedi mi? Yani kalbini kırdığın kötü peri ne yapacaktı ya? Kralsın, emir ver, bir tabak daha yapsınlar.

Hansel ve Gretel kardesler. En çok da bunlara üzülüyorum. Bu sefer üvey de değil, öz anneleri, babalarının kanına girerek bunları ormana bıraktırıyor. Sonra, çocuk yiyen cadı kötü oldu. Ya arkadaş, annen baban seni kurda kuşa yem ol diye sokağa attıysa cadı mı kötü şimdi? Ne diyor Adem’in Elması filminde, Şeytan’ın umrunda değilsin, senden nefret eden Tanrı! Masalın sonunda cadıyı fırına attın, iyiler kazandı, öyle mi? Annen babanın yaptığı yanlarına kaldı mı, kaldı. Üstelik sen şiddet eğilimli, katil bir çocuk olduğunla kaldın. Peki annen baban seni niye sokağa attı, bilir misin? Açlardı da ondan. Yani bir de ana baba katili olmadan iyi düşün. Fakirliğin gözü kör olsun.

Rapunzel, Türkçe’si semizotu. Hamile bir kadının canı çok çekti, perinin bahçesinden semizotu çaldırdı kocasına. Bir değil, iki değil, sonunda peri illallah dedi, çocuğu aldı mı ellerinden. Kuleye kapattı, saçlarını uzattırdı. Tabii kim sever mahkumiyeti, kız ilk fırsatta kaçtı. Canım kardeşim, ana babanın günahı çocuğuna geçmez diyoruz, Yahudi kanunudur, Hristiyanların ayrıldığı en önemli noktadır, ama bütün bunlardan periye ne? Elli kere oğlum bak git, demedi mi? Çalın, sayemde hırsız olun, mu desin? Olmaz.

Kırmızı Başlıklı Kız. Kısaca Kırmızı diyelim. Kurt bundan önce vardı, anneannesini yuttu, Kırmızı’yı da yuttu. Avcı geldi kurdun karnını yarıp ikisini kurtardı. Peki kurt sonra nasıl öldü, bilir misin Ziya? Kırmızı bunun yarık karnına taş doldurdu, kurt o karınla çatlayarak geberdi. Gel hayvan hakları çağında bunu izah et. Gençliğimde püskürdüğüm bir fıkra vardı. Kırmızı ormanda giderken ağacın birinin arkasında çömelmiş kurdu görür, kurt, kurt, gördüm seni, hiç saklanma der. Kurt da bunun üzerine, Allah kahretsin, deyip uzaklaşır. Birkaç dakika sonra aynı sahne, kurt lahavle der. Üçtü, beşti derken hep sobelenen kurt sonunda dayanamaz bağırır Kırmızı’ya: Gördünse gördün len, bir rahat kaka yapamadık Allah’ın ormanında! 

Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’le meramımıza bir son verelim. Kraliçe, nam-i diğer kötü kalpli üvey anne çok güzel, ama Pamuk daha güzel. Ver eline zehirli elma, tak saçına zehirli tarak derken, muvaffak olamadı tabii. Ziyacığım, Almanlar zamanın dişi tabir eder, kraliçenin sorunu Pamuk’tan değil, yaşlanmaktan kaynaklanıyor. Evet, her güzel kadının ağıdı bu. Pamuk’la değil alıp veremediği, yoksa. Pamuk’sa olayı kişisel alıp masalın sonunda kor demirden ayakkabı giydiriyor yaşlı kadına. Nasıl bir kin bu? Sen yaşlanmıycan, değil mi Pamuk? Bremen Mızıkacıları’nı bir zahmet bir daha oku.

Anlattıkça dertleniyorum Ziya. Halbuki rahatlamak için başlamıştım yazmaya. Bunca lakırdının tortusu mu, dedin? Masallarda mumla aranan vicdanı sen yaşamında eksik etme, insafını esirgeme. Orman Allah’ın, tabiatın, kiminse, mühim olan, bizim değil.

3 Haziran 2012 Pazar

Kudüs Yolcusu

Saygıyla andıklarımız, adeta kapalı bir devrenin ırak istasyonları gibi, ancak beliren patikalarla birbirine ekleniyor, münferit fırça darbeleri bütünü resmederek bağımsızlığını kaybediyor. Manaya can vermekten daha özgür kılan bir görev var m’ola Ziya? İlk kez bir H. P. Lovecraft kitabının kapağında karşılaştığım „Veba“ adlı tuhaf resmin sahibini kucaklamaya hazır ol öyleyse.

Üç yıl önce Kezduren’e gerçeküstücü ressamların yaşayan en büyük ismini konuk ettiydik. Değil mi ki Giger’in tabiatiyle etkilendiği Dali de bir zamanlar birilerine hayrandı, işte şimdi 19. yy. kahramanlarımızdan birini, sembolist ressam kılığındaki bir kezdureni vaftiz ediyoruz: rahmetli Arnold Böcklin’i.

Giger gibi İsviçreli olan Böcklin, Basel’de doğar, Düsseldorf’ta eğitim görür, huzuru arayışında Brüksel, Paris, Roma derken Zürih’te yorulur. Haritadan bakarsanız bu taşınma seyrinin de bir daire şekli teşkil ettiğini göreceksiniz.

Böcklin’in sanatçı evrenindeki imzalarından biri, yatay fırça darbelerine yer veren geleneksel yöntem yerine dikey tarzı benimseyişidir. Bu tarzı en güzel yansıtan yapıtlarından biri „Die Toteninsel – Ölüler Adası“dır. Servi ağaçları etrafındaki dik ve sarp bir kayalığa oyulan lahitlerin yer aldığı adaya kayıkla yaklaşan bir cenazeyi konu alan yapıt Hitler tarafından satın alınmış ve hem Dali hem Giger tarafından yeniden çizilerek yorumlanmıştır.

Ressamın sanatçı kimliğini yücelten yahut kimine göre gölgeleyen bir eğilimi de siyasi inisiyatif alışıdır. 1848 Paris ayaklanmasında aktif rol alan sanatçı, kraliyet askerlerinin karşısına çıkan halka katılır. Olaylar sonucunda Louvre kısmen yağmalanır, kral kaçar, yine cumhuriyet ilan edilir. Adalet adına onu bunu kesenlerin birkaç ay sonra bu sefer kendilerinin giyotine gittiğini gören Böcklin, tabanları yağlar.

Bazı eleştirmenler Böcklin’in resimde yaptığını Wagner’in müzikte yaptığına benzetirler. Karanlık ama capcanlı bir senfoniyi andırır çoğu resmi. Bunda, 8 çocuğunun, o dönemde sık görülüp bugün artık yok olan veya zararsız hale gelmiş bulunan ölümcül hastalıklara yenilmesinin de mutlaka etkisi olmalı.

Zor soruyorum diye kızma Ziya, sorum bir sana değil: Ölüm nasıl karşılanır?

Böcklin’in onurlu bir cevabı var, hem de olağanüstü bir eseriyle. „Keman Çalan Ölümle Portresi“, ressamın çalışırken, arkasında, elinde keman olan bir kurukafayı hissederek irkilmesini işler. Kim bilir, çocuklarının kaybıdır o resmettiği an belki. Bana mı öyle geliyor bilmem ama, sanatçının ifadesine bir sarsılmadan çok farkındalık hakimdir sanki. Eserini şöyle özetler üstat: „Media vita in morte sumus“ – „Yaşamın ortasında ölümle çevriliyiz“.

Frenk çocuklarının pek sevdiği bir oyun var Ziya. „Musical chair“ veya „Reise nach Jerusalem“, bizdeki adı “sandalye kapmaca“. Oyuncu sayısı eksi tabure sayısı eşittir bir, denklemiyle dans ediyorsun. Müzik susunca bir tabureye atıveriyorsun kendini. Ayakta kalan oyundan çıkıyor. Oturan, oyuna devam.

Ensende ölüm keman çalmış mühim değil, çengi. Müzik bitti mi, boş tabure bulamadın mı, o zaman kapat gözlerini, daha önce değil. Oturan, devam.

Lahit Bekçisi Serkayn

28 Mart 2012 Çarşamba

Fevkalade Kusurlu

Elbet toprak olacağım. Kimi sevdiklerim benden önce, kimi benden sonra kavuşacak rahmete. Gönlümün meyvesi, dert ortağım Ziya’yı bile götüremeyeceğim. Iyileri iyilerle tanıştırmaktan usanmamalı gidene dek. Her kapı iki yöne kapı zira.

1972 doğumlu Danimarkalı yönetmen ve senarist Anders Thomas Jensen de sevgili kezdurenlerin ıskalamamasında fayda olan bir değer. İlk filmi olan Seçim Gecesi ile 26 yaşında kısa film oskarı almış, akabinde arı gibi çalışarak yılda ortalama üç filme farklı konumlarda imza atmış. En bilinen filmleri, Çin’de Köpek Yenir, Parıldayan Işıklar ve Adem’in Elmaları. İşte bugünkü gayemiz bu sonuncusunu masaya yatırarak Anders’in parıldayan ışığını kezdurenlerle paylaşmak.

Filmin öyküsü birçok Jensen filminde olduğu gibi iki ana karakter üzerine kurulu. Rahip Ivan rolündeki Mads Mikkelsen, bilindiği üzere halen Danimarka sinemasının parlayan yıldızı. Dikkat buyurun, her ne kadar Casino Royale’da olağanüstü bir kötü adam rolü çaldıysa da inanın bu adamın hayatının rolü bu filmdeki Ivan.

Ivan hayatı Şeytan’la mücadele olarak gören fıttırık bir rahiptir. Kırsalda bir kilisede, hapishaneden çıkan türlü tipleri ağırlayarak rehabilite etme gibi bir görev edinmiştir. Film işte bu tiplerden biri olan yeni misafir Adam’ın bu kiliseye gelmesiyle başlar.

Filmin diğer başkahramanı Adam neonazidir. Kalbi kararmıştır, kötülükten zevk alır. Adam geldiğinde kilisede ayrıca Halit ve Gunnar kalmaktadır. Gunnar kleptoman, alkolik ve tecavüzcüdür. Halit de benzin istasyonu soyan bir Orta Doğu göçmenidir.

Ivan rehabilitasyon kapsamında Adam’dan kendine bir hedef koymasını ister. Adam, dalga geçer, hedefim elmalı turta yapmak, der. Deli Ivan bu hedefi beğenir. Adam’ın kurtuluşu bahçedeki ağacın elmalarıyla Şeytan’a rağmen bu turtayı yapmaktan geçer.

Adam psikopatın önde gidenidir. Odasına girince ilk iş duvardaki haçı indirip yerine Hitler’in resmini asar. Ivan ona okuması için İncil bırakır. Bu arada İncil her kazara yere düştüğünde Eyüp’ün İşleri sayfası açılır. Ve Adam bir gün dayanamayıp okur.

Rivayete gore Tanrı Eyüp peygamberden razıdır. Şeytan gelip, işler iyiyken tabii Eyüp saygıda kusur etmez, deyince Tanrı Eyüp’e bela üstüne bela gönderir. Malını, ailesini, herşeyini elinden alır, hastalık üstüne hastalık verir. Ama Eyüp şükretmeyi bırakmaz.

Filmde, Adam nerden düştüm lan buraya derken, tuhaflıklar başlar. Önce kargaların, sonra elma kurtlarının istilasına uğrayan ağaca günün birinde yıldırım dahi düşer.

Bu arada yakınlardaki bir hastanede Adam Ivan’ın gerçek hikayesini öğrenir. Annesi doğumda ölmüş, babası Ivan’a ve ablasına yıllarca tecavüz etmiştir. Tek oğlu spastik olan Ivan’ın karısı da intihar etmiştir. Ivan bunların hepsini reddeder, oğlu da spastik değildir, ağır grip geçirdiği için biraz durgundur. Adam Ivan’a gerçekleri anlatmaya çalışır, dinlemeyince ağzını burnunu kırar, tekmeler. Akabinde hastaneye götürdüğü Ivan’ın kafasında kocaman bir tümör olduğunu öğrenir. Birkaç hafta ömrü kalmıştır.

Hastaneden çıktıktan sonra Adam gerçekleri bir kez daha Ivan’ın suratına çarpıp onu öldürmek ister. Eyüp’ü örnek vererek, senin hayatını cehenneme çeviren Şeytan değil Tanrı, der. Tanrı senden nefret ediyor, Şeytan’ın umurunda değilsin, der.

Sonra bir gün Adam’ın eski arkadaşları çıkagelir. Neonaziler olay çıkaracakken Ivan araya girer, boğuşmada silah patlar, Ivan kafasından vurulur, hastaneye yatar.

Adam yumuşar, Ivan’a ölmeden elmalı turta yapıp göstermek ister ama kargalardan, kurtlardan ve yıldırımdan elma kalmamıştır. Mı acaba, diyen yönetmen, kleptoman Gunnar’ı çaldığı son elmayla Adam’a gönderir. Adam da son elmayla yaptığı turtayı hastaneye götürür. Bir de bakar ki, Ivan iyileşmiş, kafasına giren kurşun mucizevi şekilde beynindeki tümörü yok edip başka hiçbir şeye zarar vermeden çıkmıştır. Beraber elmalı turtayı yer, arabada how deep is your love, şarkısını mırıldanırlar.

Adem’in Elmaları filmi Jensen’in senarist olarak başyapıtı olabilir. Filmdeki küçük diyaloglar, ayrıntılar, kara mizah, bunların hepsi elbette bir zeka ürünüdür. Filmin ismi dahi Adem Elması olarak anılan, daha çok erkeklerde görülen, gırtlaktaki tiroid çıkıntısına atıfla ince bir mesaj taşır. Efsane der ki, yasak ağacın meyvesi boğazına takılmıştır ilk insanın. En çok bu yüzden kezdurenle paylaşmak istedim ben bu ışığı.

Kusur insanın alamet-i farikasıdır çünkü. Ivan fıttırık da sen mükemmel misin Ziya? Yaşamı, varlığı, manayı çözdüğünden emin, azmi tükenmeyen akranlarımıza selam olsun. Arada sırada bir mola vermeyi, gayretinize aman vermeyi aman ihmal etmeyin.

Asturias Şansölyesi S.